Amerikan Mimarlık Sanatı Hakkında Bilgi

0
Advertisement

Amerika Birleşik Devletlerinde sömürgecilik döneminden günümüze kadar mimarlık sanatı, eserleri ve sanatçıları ile ilgili bilgiler

Boston'da yer alan Trinity Kilisesi

Boston’da yer alan Trinity Kilisesi

Sömürgecilik döneminin sanatsal niteliği kendisini daha çok mimarlık alanındaki eserleriyle dışa vuruyordu. Doğu kıyısında, özellikle de New England ve Virginia’daki yapıların çoğu İngiliz mimarlığının izlerini taşıyordu. Burada ve buranın başlıca bölümlerinde görülen öteki ulusal üsluplar ise sömürgecilerin ayrıldıkları ülkelere ve bağlı bulundukları toplumsal sınıfa dayalı bir nitelik gösteriyordu. Ancak yerel geleneklere göre bu üsluplar değişik yönlerde gelişiyordu. Sömürgecilik döneminin başında mimarlık, sömürgecilerin geldikleri küçük kentlerle kırsal bölgelere özgü yalın ve gösterişsiz yapı yöntemlerini yansıtıyordu. İnsanların fiziksel gereksinmelerini karşılamaktan öteye geçmeyen en ilkel barınaklarla mimarlık alanındaki girişlerini başlatan sömürgeciler, ülkenin çeşitli alanlarına yarım düzine kadar üslup geleneği oluşturdular.

17. yüzyılda “sömürge üslubu” diye adlandırılan ve başlıca öğesi tahta olan yararcı bir mimarlık anlayışını ortaya koyan Anglosakson özelliği üstün geldi. Bu anlayış 1830’lara kadar varlığını korudu. Söz konusu ilk dönem boyunca, sırasıyla ABD’nin yeni başkenti Washington’un kuruluşunda kullanılan Neogrek, gotik, Rönesans ve 18. yüzyıl Fransız üslupları moda oldu. Önceleri ABD’de yerli mimarların sayısı çok azdı. 1840’larda yetişen kimi mimarlar bilgilerini arttırmak için Paris’e gittiler. Yapılarında Fransız Rönesansı’ndan esinlenen Richard Hunt, Trinity Kilisesi’nin (1846; New York) tasarımını yapan Richard Upjohn ve St. Patrick Katedrali’nin yapımını üstlenen James Renwick döneminin ünlü mimarlarındandır.

Mimarlıkta üslup açısından doğan yeniliklerin oluşturduğu karmaşayı yansıtan Philadelphia Sergisi ile makineyle üretimin etkileri de önem taşıyordu. Ülkelerinde yaratılan ürünlerin ne ölçüde beğenileceği sorusuyla karşılaşan ve Avrupa’da sergilenenlerin sanat yönünden üstünlüğünü gören Amerikalılar, sanatçıların ve halkın daha geniş kapsamlı ve yüksek düzeyde bir eğitimden geçirilmesi gerektiği inancına vardılar.

1802’de New York’ta ve 1805’te Philadelphia’da güzel sanatlar akademilerinin açıldığı ülkede, 1870’lerde ve 1880’lerde okulların sayısı arttı. Providence (1878), Chicago (1879), St. Louis (1879), Clevelend (1882), Minneapolis (1886) gibi birbirinden uzak merkezlerde mesleki eğitim veren okullar açıldı. Syracuse Üniversitesi, güzel sanatlarda mesleki ünvan veren ilk yüksekokul oldu (1870). Ülke dışına, özellikle de Münih ve Paris’e giden sanatçılar çoğaldı. Paris’teki Academie des Beaux-Arts’ın mimar, heykelci ve ressamlar için ortaya koyduğu meslek yetkinliği ölçütü ve 1880’lerde yapıyla ilgili etkinliklerin hız kazanması, ABD sanatının ilk altın çağını başlattı. Tüm ülkeyi etkileyen bu gelişmenin ürünleri; Chicago Dünya Fuarı’nda (1893) sergilendi.

19. yüzyıl sonu mimarlığında ortaya çıkan üslup hareketleri, önceki döneme egemen olan eklektisizmin uzantısıydı. Ancak toptan üretime geçilmesi, yeni yapı tekniklerinden yararlanılması (demir, çelik, cam, beton kullanımı, asansör) ve bağımsız kişilikleri bulunan, eğitilmiş, mimarlığını toplumsal işlevini kavramış mimarların yetişmesi gibi etkenler de önemliydi. Roman üslubunu yeğleyen ve Boston’daki Trinity Kilisesini yapan (1877) Henry Hobson Richardson dönemin ünlü mimarlarındandır. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında mimarların çoğu belirli üsluplar üzerinde çalışmalarını yoğunlaştıran şirketlerde toplanıyorlardı: McKim, Meed ve White {Neoklasik üslup 1879) ile Cram, Good-hue ve Ferguson (gotik üslup, 1903) gibi. ABD’de modern mimarlığın başlangıcını, opera salonu, otel ve işhanı niteliği taşıyan, 18 katlı, bini aşkın penceresi bulunan Chicago Oditoryumu oluşturur. Bu yapının mimarı Paris’teki Ecole Nationale Superieure des Beaux-Arts’ın öğrencisi olan Louis H. Sullivan’dır. Modern mimarlık en ilgi çekici anlatımını, ilk örnekleri 1983’e kadar uzanan gökdelenlerde buldu. 1893 Chicago Dünya Fuarı’nın geleneksel Beaux-Arts üslubunda yarattığı mimarlık uyumu, büyük şirketlerce sürdürüldü. Bu anlayış özellikle New York’taki gökdelenlerde ve tren istasyonlarında yansıyordu. Şirketlerin çalışmaları özellikle Doğu’da yoğunlaşırken Orta Batı’da ve Batı kısıyında bireyselliğe ağırlık veren eğilimler gelişiyordu. Bu doğrultuda ürünler veren mimarlar arasında Louis H. Sullivan ile öğrencisi Frank Lloyd Wright, Bernard Maybeck, Charles ve Menry Gre-ene, Irving Gill, Purcell ve Elmslie sayılabilir. Tahtadan ve öteki gerçeklerden yaratıcı bir biçimde yararlanılması, zengin süslemeler, açık plan tasarımları, yer ve işlevin özenle seçilmesi, bu mimarların başlıca üslup özelliklerini oluşturuyordu. İki dünya savaşı arasındaki dönemde mimaride alanında yeni gereçlerin, yapı tekniklerinin ve çağdaş geometri tasarımlarının uluslararası üsluba uyarlanmasına ilişkin sorunların çözümlenmesine çalışıldı. 20. yüzyılda ülkede yapı sanatı köklü değişikliklere uğramamıştı.

Advertisement

Köylerde çoğunlukla geleneksel yöntemlere ve bölgesel gereçlere başvurulurken, kentlerde Le Corbusier ve Almanya’daki Bauhaus’un kapanışından sonra gelip ABD’ye yerleşen Walter Groupius’un çatıştığı gruplar ve rakipleri olduysa da mimarların çoğu gotik ya da neoklasik üslubu yeğledi. Henry Hofmeister, Harvey Wiley Corbett ve Raymond Hood, etkileyici bir gökdelen bütünü olan Rockefeller Merkezi’ni yaptılar. Gökdelen tasarımıyla ilgili sorunlar 1922’de açılan bir yarışmayla belirgenleşti. İkinci Dünya Savaşı’na kadar iskeletler çelikten yapılarken, iç ve dış duvarlarda taş ve seramik kullanıldı. Frank Lloyd Wright, bir çağlayan üzerine kurulmuş olan Kaufman’ın Evi (1936) ve 6.400 kilometrekarelik bir alan içindeki 1.400 ailenin her tür olanaktan yararlanacağı örnek kent tasarısı Broodacre City tasarısıyla yaratıcı niteliğini sergiledi. Bu dönemde William van Alen, Shrere, Lamb, Harmon, Hood ve Howe gibi mimarlar da önemli eserler verdiler. Devlet, Carl Mackley’in Juniata Park taki (Philadelphia) ilgi çekici çalışmaları için yatırım yaparken, kentlerin içinde bahçeli sitelerin düzenlenmesini destekledi (Brooklyn’deki yoksul mahallelerin ortasında yer alan, bir vahaya benzetilen Lescaze’nin eseri Williamsburg gibi).

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ülkede güzel sanatlar alanında görülen yeni gelişmeler tüm dünyada etkili oldu. Bu dönem mimarlığında olgunluk çağına giren uluslararası üslubun yapısal ve estetik ilkelerine koşulsuz bir bağlılık görüldü. Klasik ürünler veren başlıca mimarlar arasında Mies van der Rohe, Philip Johnson, Skidmore, Owings, Merrill, Minoru Yamasaki, Roth, Eero Saarinen bulunuyordu. Ed-ward Durell Stone, Paul Rudolp, Buckminster Fuller, Louis Kalın, John Sierks, Herman Jesser ve yarım yüzyılı aşkın bir süre etkinliğini sürdüren Wright son yılların ünlü mimarlarındandır.

Her ülkede olduğu gibi ABD’de de pahalı özel evler birer sanat eseri haline gelirken, ortalama ev niteliğinin gitgide düştüğü görüldü, ikinci Dünya Savaşı’nın ardından ülkede her yıl 1 milyon yeni yapının gerekli olduğu ortaya çıkınca, gereksinmelere uyma ve hazır yapı gereçleri sorunuyla daha çok ilgilenildi. Philip Johnson’un Cambridge’ de bu amaçla kurduğu ilk hazır ev örnekleri büyük ilgi görmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’de özel evlere verilen önem, yapının tümünü etkilemektedir. Çiftlik evlerinden esinlenilerek tasarımı yapılan evlerin yapım çalışmalarında fabrika malı hazır gereçler kullanılır. Evler, çoğunlukla büyük merkezlerden oldukça uzakta, siteler halinde yapılır. Bazı kent planlamacıları ise evlerin gruplandırılmasından yanadırlar ve yeni tasarılarda buna özen gösterirler. Ancak genellikle geleneksel tür (Los Angeles ve San Francisco) yeğlenmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gökdelenlerin yapımında büyük değişmeler görüldü. Kepenk duvarların kullanım alanına girmesi, camlarda yalıtım gücünün azalması, havalandırmanın kaçınılmaz duruma gelişi, 1950’de W.K. Harrison ve yetmiş mimarla mühendis, Le Corbusier’nin planı üzerinde, New York’ta Birleşmiş Milletler Örgütü binasını yaptılar. Bu gelişme, Chicago’da Miesvan der Rohe’un 1951′ de bitirdiği, ısı geçirmez isli camdan yapılmış Lever House yapısıyla sürdü. Mies van der Rohe ile Philip Johnson’ un 1958″de New York’ta yaptıkları Seagram gökdeleniyle Skidmore, Owinsg ve Merrill’in 1961’de yaptıkları ünlü Chase Manhattan Bank binası aynı üslubun başarılı örneklerindendir. Ancak kısa süre soma, yalın sayılabilecek bu üslup gözden düştü. Lloyd Wright (Guggenteim Müzesi, 1945-1959) ve Eero Saarinen’in (Idlewild Havaalanı) 1961, etkisiyle Amerikan mimarları, cam ve çeliğe oranla, işlemeye daha elverişli olan betonu yeğlemeye başladılar. Dökme ve hazır parçalar halinde bulundurulabilmesi, betonu, kolayca kullanılan hazır bir endüstri gereci durumuna getirdi. 1965’te Gordon Bunshaft, Owings ve Merrill tarafından Chicago Belediye Sarayı’ nin yeniden ele alınan kesiminde yapılan konutlar, bu yeni üslubu örnekler. Çağdaş akım, tekniğin çeşitli gelişmelerinden yararlanarak, mimarlara ustalıklarını özgürce gösterebilecekleri bir iş ortamı hazırlamaya daha çok önem vermektedir. 1967 Montreal Sergisi’n de ABD pavyonunun yapımıyla Richard Buckminster Fuller’in görevlendirilmesi yeni anlayışın tam anlamıyla yerleştiğini gösterir. Boston Kenti’nin yenilenmesi ve Washington’daki Pennsylvania Avenue’nün yeniden düzenlenmesi sırasında da bu üslup yeğlenmiştir. Bu arada 1970’lerde otoyolların genişletilmesi, taşınabilir ev yapımları, kent yenileme çalışmaları vb tasarılarda enflasyon, çevre koruma, enerji denetimi gibi öğeleri göz önüne alan bir yaklaşım mimarlığa egemen olmuştur.


Leave A Reply