Anayasa Nedir? Anayasanın Tarihi

0
Advertisement

Anayasa nedir? Anayasaların ne gibi özellikleri vardır ve toplumlar Anayasaya neden ihtiyaç duyarlar?

anayasaAnayasa, bir devletin yasama, yürütme ve yargı biçimlerini belirleyen, devletin örgütlenişini ve örgütlerin işleyişini, yurttaşların hak ve özgürlüklerini düzenleyen temel yasalardır.

Batı’da Constitution diye adlandırılan bu bütünlük, geniş anlamıyla bir toplumun, toplum bilimsel ve tarihsel açıdan temel yapısını anlatır. Dar anlamda ise, insan akıl ve iradesinin bilinçli ve sistemli olarak kurduğu hukuksal, siyasal ve yargısal kuruluşları, bu kuruluşların birbiriyle ilişkilerini, kişilerin hak ve ödevlerini düzenleyen ilkeleri kapsar. Bizde de ilk dönemlerde Kanun-ı Esasi ve Teşkilat-ı Esasiye diye adlandırılarak örgütlenmenin temeli olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu genelliği nedeniyle anayasa, öteki yasaların üstünde, zaman zaman onlara kaynaklık eden ve dayanak oluşturan bir nitelik taşır. Bu tür genel nitelik taşımasının ve ağırlığı olmasının bir başka nedeni de tarih içinde kitlelerin siyasal iktidarın gücünü sınırlama mücadelesinin belgesi olmasıdır. Bu niteliğiyle anayasa tarihi, birçok ülkede siyasal düzenin gelişim süreciyle aynı anlama gelir.

Eskiden devlet organlarının kuruluşu ve işleyişi doğrudan sonsuz yetkilere sahip, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi sayılan mutlak bir monark (imparator, kral, padişah, şah, sultan, han, hakan vb) ve birtakım temsili kurumlar tarafından belirlenirdi. Uyrukların insan oluşlarından doğan hiçbir hakları yoktu. Yasalar, kral tarafından ve kralın kendi kaygı ya da isteklerinden kaynaklanarak oluşur ve uyruklara buyruk ya da fermanla duyurulurdu. Herkes buna uymak zorundaydı. Kralın uyruklarına, daha doğrusu içlerinden bir gruba karşı tutumunu bağlayıcı bir hukuk çerçevesi içine alan ya da yürütme yetkisini sınırlamaya yönelik çalışmaları ilk kez 1215’te İngiltere’de Magna Carta adı verilen “Büyük Şart” ile gerçekleşti. Kralın mutlak gücüne sınırlama getiren Magna Carta, İngiltere Kralı I. John’a (Yurtsuz John) karşı Runnmede’de baron ve din adamları tarafından sunuldu ve istenen haklar alındı.

Magna Carta ile başlayan hareket, öteki ülkelerde de kendini gösterdi. Güçlü derebeyleri krallara karşı, kırsal kesim toplulukları ve kentlerin halkı da güçlü derebeylerine karşı birliştiler. Bu birleşmelerden İsviçre’de Uşi, Schwyz ve Untermalden kantonlarının 1291’de oluşturduğu Ebedi Birlik doğdu. 1302′ de Fransa’da toplumdaki tüm kastları temsil eden kralın çevresindeki feodal beylerden ve kent yönetimi (Communes) temsilcilerinden oluşan Etats Generaux oluştu. Ancak bunların hiçbiri Magna Carta’nın doğurduğu sonuçları doğurmadı. Magna Carta’yı, 1648’de Halklar Dilekçesi, 1679’da Hebeas Corpus Yasası (kişinin yargılanmadan cezalandırılmayacağı yasa) ve 1688 tarihli İngiltere İnsan Hakları Bildirgesi izledi. Tüm bunlar kişi haklarının temelini atan belgeler oldular. Çünkü artık mutlak otoriteye karşı çıkan kişinin insan oluşu, duyular ve anlama yeteneği gibi yalnızca insanda bulunan özelliklere sahip oluşu nedeniyle birtakım doğal hakları olduğunu öne süren düşünürler vardır (John Locke, Montesquieu, Rousseau gibi).

Bu düşünürlerin yazılarıyla kitleleri etkilemeleri sonucu, insanın doğuştan gelmeyen birtakım haklarının da olabileceği (mülkiyet hakkı) düşüncesi topluma egemen oldu. Bu arada, orta çağ sonlarından başlayarak keşifler ve Rönesans nedeniyle gelişen yeni bir sınıf ortaya çıktı: Burjuvazi.

Advertisement

Bu sınıf, endüstri devrimiyle yeni çağın en dinamik toplumsal sınıfı durumuna gelmiş, üretim araçlarını eline geçirerek üstün bir konum kazanmıştı. Bu üretim araçları mülkiyetini ve bu üstünlüğünü yasalarda belirlenmiş kurum ve kuruluşlar yoluyla da perçinlemek istiyordu. Burjuvazinin etkisiyle kitleler, doğuştan gelen haklarıyla doğal olarak edindikleri hak ve özgürlükleri koruyabilmek amacıyla bir yasama düzeni oluşturmaya karar verdiler. Bu düzenin temelinde devletle yurttaşın karşılıklı hak ve ödevlerini belirleyen bir tür toplumsal sözleşme yatıyordu. Bu sözleşmeyle toplumu oluşturan bireyler salt otoriteye karşı çıkarak kral yönetiminin yukarıdan aşağıya doğru olmasını kınayıp yönetimin asıl kaynağının halk olduğunu ortaya koydu. Böylece kaynağını halktan alan yönetimin uygulanış biçimleri sorunu doğdu. İşte anayasa ve anayasa çalışmaları, sınırlanan kral otoritesinin yerini alan halk otoritesinin belli bir güce aktarılarak kullanılması ilkelerini belirlemekten doğmuştur. Bu ilkeler belirlenirken asıl kaygı, yasa hazırlayanlarla suçluları cezalandırıp anlaşmazlıkları çözümleyen yargı gücü ve savaş ilan eden, barış sağlayan, düzeni koruyan yürütme gücü arasındaki dengedir. Bu güçler tek bir elde toplanırsa, durum eskisinden değişik olmayacağından, bunlar ayrı ayrı kurumlara birbirlerini frenleyecek ve dengeleyecek biçimde verilmelidir. Bu görüşten hareketle ABD’de (1787), Fransa’da (1791, 1. Anayasa), Prusya’da (1859), İtalya’da (1870), Almanya’da (1919), Sovyetler Birliği’nde (1936) anayasalar oluşturuldu. Bu anayasalar aynı zamanda öteki ülkelerin anayasalarına da kaynak oldu.

Günümüzde tarihsel oluşum içinde gelişen anayasalardaki temel ilkeler daha çok yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini koruyan başlıca belge durumundadır. Yalnız tüm devletlerin anayasalarının kesinlikle bir yazılı metinde gösterilmesi gerekmez. Bazen ortada anayasa adını taşıyan bir metin de olmayabilir (İngiltere’de olduğu gibi). Bu bağlamda yazılı olan ve yazılı olmayan anayasalar söz konusudur. Bunun dışında bir de “bükülgen-bükülmez”, “yumuşak-katı” anayasalardan söz edilir. Bu nitelik yalnızca anayasaların ve maddelerin değiştirilmesi biçimiyle ilgilidir.


Leave A Reply