Bilim Tarihi Detaylı Özeti, Bilim Tarihinde Önemli Kişiler ve Buluşlar

2
Advertisement

a. Doğa Ve Bilgi Felsefesi

Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra din-bilim çatışması gündeme gelmiş ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalışmalar kesintiye uğramıştır. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hıristiyan düşünürlerinin amacı Yunan bilgi birikimi ile Kitab-ı Mukaddes’teki bilgi birikimini uzlaştırmak ve kaynaştırmak olmuştur. Böylece doğal nesneler ve olgular açıklanırken doğaüstü güçleri kullanma eğilimi yeniden ortaya çıkmıştır.

*Albertus Magnus

Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatına girmiş ve Aristoteles’i ve Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi Müslüman filozofların Aristoteles felsefesine ilişkin yorumlarını öğrenmiştir; daha sonra bu yorumlara dayanarak Hıristiyan inançlarıyla bağdaşabilecek yeni yorumlar getirmiştir. Felsefe sorunlarını akılla çözmeye çalışırken Kutsal Kitap’la çatışmamaya ve dolayısıyla inançla çelişmemeye büyük bir özen göstermiş ve bu yaklaşımıyla öğrencisi Thomas Aquinas’ı büyük ölçüde etkilenmiştir. Albertus Magnus’un Platon’dan çok Aristoteles’in felsefesini seçmiş olması tesâdüfî değildir ve bu seçimi, özellikle İbn Rüşd gibi Müslüman filozofların etkisi ile açıklamak olanaklıdır.

Albertus Magnus’a göre, biri akıl ve öbürü ise inanç için doğru olan ve birbirleriyle çelişen iki doğru yoktur; gerçekten doğru olan her şey, büyük bir uyum içinde birleşmiştir.

Advertisement

Birçok bilimle ilgilendiği için Doctor Universalis (Evrensel Bilgin) lâkabıyla tanınan Albertus Magnus, kimya alanında da çalışmış, nitrik asidin madenler üzerindeki etkisi ve altının arıtılması gibi kimyevî konuları incelemiştir; ayrıca astronomi ve biyoloji ile de ilgilenmiştir.

Albertus Magnus biyoloji alanındaki çalışmalarında kelime kelime Aristoteles’in Arapça çevirilerini izlemiş ve bunlar üzerinde yorumlar yapmıştır; kendisine özgü gözlemler ve saptamalar da bulunmaktadır. Hayvanlar Hakkında adlı eserinde kuş ve balıkların kan damarlarının dağılımı konusunda Aristoteles’in verdiği bilgilerden ayrılmıştır. Yumurtadan itibaren embriyonun gelişmesini anlatırken, organların sırasıyla nasıl şekillendiğini, göbek kordonu denen yapının yerini gelişim süreci içinde hangi damarın aldığını açık ve seçik bir şekilde anlatmıştır.

Bitkilerle de ilgilenmiş ve bu konuya ilişkin Bitkiler Hakkında adlı bir eserinde, ana çizgileriyle bitki betimlemeleri yapmıştır. Bir ara İtalya’ya giden Albertus Magnus orada portakal ağacını görmüş, bundan çok etkilenmiş ve özellikle portakal yapraklarını ayrıntılı bir biçimde tanıtmıştır.

* Thomas Aquinas

Aziz Thomas Aquinas., (1225-1274). Katolik Kilisesi’nin resmî öğretisini kuran Aquinas, kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akılcı bir temel aramış ve Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karşı) adlı eserinde, Müslüman düşünürlerden İbn Rüşd gibi, bilginin iki kaynağı bulunduğundan söz etmiştir; bunlardan birisi inanç, diğeri ise akıldır. İnanç, Kutsal Kitap’tan, akıl ise düzenlenmiş ve yorumlanmış duyu verilerinden beslenir ve her ikisinden üretilen bilginin dayanağı Tanrı’dır. Tanrı kendi kendisi ile çelişmeyeceğine göre, bu iki bilginin birbirleriyle bağdaşır olması gerekir; yani Platon ve Aristoteles felsefelerini Hıristiyan dini ile uzlaştırmak olanaklıdır; böylece Skolastik Düşünce’nin temelleri atılmış ve inanç ile akılın bağdaşabileceği düşüncesi bu dönemde kesin bir biçimde oluşturulmuş olmaktadır.

* Johannes Kepler

Advertisement

1571’de Almanya’da doğan Kepler, çağdaş astronomisinin kurucusudur. İlkin teoloji eğitimi almış, daha sonra astronomi ve matematiğe yoğun ilgi duymuş ve matematik profesörü olmuştur. 1599’da Brahe’nin daveti üzerine, Brahe’ye yıldız tablolarının hazırlanışında yardım etmek üzere Prag’a gelmiş ve 1601’de Brahe’nin ölümü üzerine saray astronomu olarak göreve başlamıştır.

Brahe ölmeden önce, o güne kadar yapmış olduğu bütün gözlem kayıtlarını Kepler’e bırakmıştı. Kepler Brahe’nin gözlem kayıtlarını inceledi ve astronomik tablolardan bir anlam çıkarmaya çalıştı; bütün bu çalışmalarında Copernicus sistemini temele aldı. Kepler, bu konuda, bilinen her şeyi kapsayan ve bunlar arasında mutlak bir uyum sağlayan bir sistemin varolması gerektiğini düşünmüş ve Brahe’nin gözlemlerinden yararlanarak, bıkıp usanmadan, tekrar tekrar yaptığı hesaplar sonucunda, gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve muntazam hızla dolandıkları temel prensibini terk etmiş ve ünlü üç kanununu ortaya koymuştur. Bu nedenle Kepler, modern gök mekaniğinin kurucusu olarak bilinir.

Brahe’nin gözlem kayıtlarını inceleyen Kepler, kristal kürelerin varolmadığını savunmuştur. Kristal küreler olmadığı takdirde, gezegenlerin hareketlerini açıklayacak yeni bir gök fiziği kurmak gerekiyordu. İşte bu, Kepler’le başlayan ve Galilei ve Newton’la son bulan bir süreçle başarılmıştır.

b. Tıp

Bu dönemde, özellikle Geç Ortaçağ’da yazılan eserlerde Hıristiyan dogmaların etkin olduğunu söylemek olanaklıdır. Hastalıkların tedavisinde dinsel ve sihirsel öğeler ağırlık kazanmış ve ilaçların yanı sıra dua da büyük ölçüde kullanılmıştır.

B. ORTAÇAĞ İSLÂM DÜNYASI’NDA BİLİM

Fetihler neticesinde Bizanslılarla ve Perslerle karşılaşan ve kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattığı eserlerden yararlanmak gerektiğini anlayan Müslümanlar, özellikle Abbasîler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine girişerek, bilim ve felsefe alanlarında atağa kalkmışlar ve önce varolan birikimi anlamaya ve daha sonra da geliştirmeye çalışmışlardır.

İslâm Dininin ortaya çıktığı sırada Arap Yarımadası’nda gelişmiş bir bilimsel faaliyetle karşılaşılmaktadır. Ancak komşu ülkelerde, Doğuda, Hindistan’da, Batıda İskenderiye’de, Bizans’ta ve Suriye’de bir hayli gelişmiş bir bilimsel faaliyet vardı. İslâm Dünyası ilkin Doğudaki bu kültürden etkilenmiş ve yararlanmıştır. İlk çevirilerden biri hayvan masallarını konu alan Kelile ve Dimne adlı eserdir. Yine erken tarihli çevirilerden biri, Hindistan’da yaşamış meşhur astronomlardan Brahmagupta’nın (6. yüzyıl) Siddhanta adlı eseridir. İslâm Dünyası’nda Hârezmî ve Bîrûnî gibi birçok bilim adamında Hint uygarlığının etkisini belirlemek olasıdır.

Batı’dan gelen etki nispeten daha geç tarihli ise de, daha yoğun olmuştur. İskenderiye kurulduğu tarihten itibaren kültür merkezi olmuş ve bu konumunu İslâm Dünyası’nda da korumuştur. Ayrıca, dini görüş ayrılıkları nedeniyle Bizans’tan kaçıp, İran’a sığınmış ve orada kültür merkezleri (Jundişapur gibi) meydana getirmiş olan düşünür ve bilim adamlarının da bilim adına İslâm Dünyası’ndaki ilk bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde önemli rolleri olmuştur. Onların Yunanca bilmeleri birçok klasik bilim ve düşün eserlerinin Arapça’ya kazandırılmasını sağlamıştır. Bunlar arasında Platon, Aristoteles, Eukleides, Archimedes, Ptolemaios ve Galenos gibi Yunan kültürünün belli başlı temsilcilerinin eserlerine rastlamak mümkündür. Ayrıca, bu bilim adamlarının bir kısmının erken tarihlerde kurulan gözlemevleri ve hastahanelerde görev aldıkları, bunlardan bazılarının Arapça yazılmış ilk eserleriyle de İslâm Dünyası’nda bilimsel faaliyetin şekillenmesinde etkin oldukları görülür.

İslâm Dünyası’nda bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde devrin devlet adamlarının ve bizzat halifelerin önemli rolü olmuştur. Bunlardan, örneğin Hârûn el-Reşid (775-809) ve Memûn (813-833), bazı vezirler ve zengin aileler bilimsel faaliyetleri maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir.

Medeniyet tarihlerinde görülen uyanış dönemleri yakından incelendiğinde görülecektir ki, bir ülkede veya bir toplumda bilimin geliştirilebilmesi için, değerinin kavranması ve düzenli bir bilim eğitiminin verilmesi yanında, diğer toplumlara ait bilimsel eserlerin de tercümeler yoluyla alıcı konumundaki toplumlara aktarılması gerekmiştir. Alıcı toplumlarda bilimlerin yeşermesi ve yerleşmesi olanağı, yapılan tercümelerin niteliği ve sayısı ile doğru orantılıdır.

Advertisement

a. Doğa ve Bilgi Felsefesi

İslâm felsefesi, Yunan felsefesinin bir uzantısıdır. Bu nedenle Müslüman filozoflar çoğunlukla Platon , Aristoteles ve Plotinos’un kurmuş olduğu felsefi dizgelerden etkilenmişler ve Kuran-ı Kerim’deki inanç önermeleriyle bu dizgelerde bulunan felsefi önermeleri uzlaştırmaya çalışmışlardır. Fârâbî , İbn Sînâ, İbn Rüşd ve Gazzalî bu dönemin en önemli düşünürleridir.

* Fârâbî

Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî’nin (874-950), fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî’nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır.

Fârâbî’ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.

Ancak, Fârâbî’ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder:

1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz.

2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar.

Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir.

Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte, Fârâbî’nin bu açıklaması, sonradan Batı’da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir.

* İbn Haldûn

Advertisement

İbn Haldûn (1332-1406) Hadramut’tan Endülüs’e göç edip daha sonra Tunus’a yerleşen asil bir aileye mensuptur. Maceralı bir hayat sürmüş, hem memleketinde hem de Endülüs’te bulunan küçük sultanlıklarda vezirlik de dahil olmak üzere çok önemli idarî görevlerde bulunmuştur. Bu sırada muhtelif toplulukları yakından gözleme olanağını elde etmiş ve Berberî tarihini konu edinen yedi ciltlik meşhur yapıtı Kitâbu’l-‘İber’i 1380 tarihinde tamamlayarak ilk nüshasını Tunus sultanına sunmuştur.

İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber’in meşhur Mukaddime’sinde, yani girişinde, tarih disiplinini bilimleştirmeye çalışır. Bilindiği gibi, Aristoteles tarihî araştırmayı bilimin dışında bırakmış ve bilimlerin, insanların neden oldukları değişken olaylarla değil, değişken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. İbn Haldûn öncelikle bu görüşe karşı çıkarak tarihin bilimleştirilebileceğini savunmuştur.

İbn Haldûn’a göre, tarih Yunan tarihçileri ile bunlardan sonra gelen Müslüman tarihçilerinin düşündükleri gibi, bir takım dinî, siyasî ve askerî olayları, oluş anlarına göre arka arkaya sıralamaktan veya peygamberlerin ve hükümdarların hayatlarını anlatmaktan ibaret değildir. Bir tarihçinin, öncelikle tarihî olaylardaki benzerlikleri ve farklılıkları saptayarak, bunlar arasındaki zaman ve mekan dışı nedensel ilişkileri belirlemesi gerekir; tarih, ancak bu düzeye ulaştırıldığında bilimleşebilir.

* İbn Rüşd

Endülüs’ün yetiştirmiş olduğu en büyük filozoflardan ve hekimlerden birisi olan İbn Rüşd (1126-1198), Aristoteles’in yapıtlarına yapmış olduğu yorumlarla Aristotelesçiliğin dirilmesini ve güçlenmesini sağlamıştır.

Felsefecilerle kelamcılar arasında cereyan eden tartışmalarda, İbn Rüşd, felsefecilerin tarafını tutmuş ve Gazâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlıkları) adlı yapıtındaki görüşleri eleştirerek akıl yoluyla ulaşılan bilgilere güvenilebileceğini savunmuştur. İbn Rüşd’e göre, akıl ile vahiy çatışmaz ve bu nedenle, İlahî Hakikat’ın bilgisine götüren yollardan birisi de akıldır. İbn Rüşd’ün bu yaklaşımı, felsefecilerle kelamcılar arasındaki çatışmayı giderecek nitelikte olmasına rağmen, İslâm Dünyası’ndan çok Hıristiyan Dünyasında etkili olmuştur.

İbn Rüşd idarî görevlerinin yanında saray hekimliği de yapmış ve 1162-1169 yılları arasında yazmış olduğu el-Külliyât fî’t-Tıb adlı yapıtıyla tıbbın bütün konularını bir araya toplamıştır.

* İbn Sînâ

Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn Sînâ (980-1037) matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları ve astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir. Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuraminın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn Sînâ’ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.

İbn Sînâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles’in hareket anlayışını eleştirmiştir; bilindiği gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu. İbn Sînâ bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles’in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır; oysa meselâ bir bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgar ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti cisimleri taşımaya yeterli değildir.

İbn Sînâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, İbn Sînâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan el-Kânûn fî’t-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir. Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab’ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab’ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab’ı patoloji, Dördüncü Kitab’ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab’ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.

Advertisement

İbn Sînâ’nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrâhîyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn Sînâ, cerrâhî tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayatî tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir.

Gözle de ilgilenmiş olan İbn Sînâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn Heysem gibi, Göz-ışın Kuramı’nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14

2 yorum

  1. bu ne yaa bunu kim yazacak allah aşkına bi çareeee yhaa sabahtan beri arıyorum bunu ya bilene aşk olsun yani kısaltın bunu bee

  2. ibrahim akdilek on

    çok güzel derleme olmuş ama bazı noktalar üstünkörü geçilirken bazı yerlerde gereksiz detaya girilmiş, yazanın ellerine sağlık

Leave A Reply