Demokrasinin Tarihi

0
Advertisement

Demokrasinin Tarihi nedir? Demokrasinin tarihçesi, doğuşu ve gelişimi nedir, dolaylı demokrasi, özgürlük ve eşitlik hakkında bilgi.

Demokrasi

Demokrasinin Tarihi

Hıristiyanlığın ortaya çıkışından birkaç yüzyıl önce Yunanistan’da, gerek uygulamada gerek düşünürlerin eserlerinde demokrasi kavramı yer alıyordu. Ancak Yunan devleti diye bir şey sözkonusu değildi. Yunanistan birkaç özerk kent devletinden oluşuyordu. Böyle bir kent devleti ya da “site”de kararlar halkın (demos), bir araya gelmesiyle alınıyordu. Bunu izleyen 2000 yıl içinde demokrasi az çok ortadan kalktıysa da 19. yy ortalarından bu yana sosyal bir olay olarak önemi gittikçe arttı. Zamanla hemen her ülkede, halkın (yurttaşların) kendi demokratik haklarıyla ilgili söz söyleyebildiği ve bu hakların çiğnendiğini ortaya koyabildiği; politik önderlerin de bu hakları güvence altına almayı üstlendiği bir konuma ulaşıldı.

Buna karşın politikacılar birbirlerini demokratik olmayan uygulamalara yönelmekle suçlamakta ve kitle iletişim araçları demokratik hakların çiğnenmesiyle ilgili örnekleri sergilemektedir. ABD’de ve Batı Avrupa’da demokrasinin gereği olarak göreve getirilen kişilerin özgür seçimlerle belirlenmesi beklenir. Çoğu gelişmekte olan ülkelerde ve Doğu Avrupa ülkelerinde tek parti bulunduğu için buralarda demokrasinin işlerliğine kuşkuyla bakılmaktadır.

Öte yandan, Doğu bloku ülkelerinde Batıdaki özgür seçimler fazla önemsenmemektedir.

Bunun nedeni demokratik seçimlere ve değişik eğilimlerdeki partilere karşın işçi sınıfının haksızlığa uğramasıdır. Bu durum, işçi sınıfının egemen durumda olduğu sosyalist ülkelerdeki yapıyla çelişmektedir. Batıda geçerli olan anlayışa uygun olarak Kuzeybatı Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, İsrail, Japonya ve Hindistan dünyadaki demokratik ülkeler arasında yer alır. Sovyetler Birliği ise bu ülkeleri sözde demokrasiler olarak nitelendirmekte, gerçek demokrasinin Doğu Avrupa’da ve Küba, Güney Yemen, Angola gibi Marksist ideolojiyi benimseyen öteki bazı devletlerde bulunduğunu savunmaktadır. Latin Amerikadaki demokrasi anlayışıysa daha farklıdır. Örneğin, halk üzerinde ağır baskıların uygulandığı Paraguay’da yöneticiler ülkede gerçek bir demokrasinin bulunduğunu öne sürmektedir. Dünyadaki her ülkenin demokratik bir uygulamayı benimsediğini ileri sürmesi, demokrasinin tanımı üzerinde anlaşmazlıkların doğmasına yol açabilir.

Demos (halk) ve kratein (yönetim) sözcüklerinin birleşmesinden oluşan demokrasi sözcüğünün anlamı halkın kendi kendisini yönetmesidir. Demokrasinin tümüyle karşıtı sayılabilecek bir yönetim biçimi olan otokrasi halkın üzerinde yer alır ve onun çıkarlarını gözetmez. Otokraside (autos: kendi) egemenlik ya bir kişinin ya da küçük bir grubun elindedir. Monarşi, tiranlık ve teokraside tüm yetkiler monark, tiran ve tanrı-kralda toplanmıştır. Toplum, aristokraside aristokratlar, oligarşide de “oligoi”ler (genellikle zenginler) tarafından yönetilir. Ancak genelde bir toplumdaki yönetim biçimi gerçek demokrasiyle gerçek otokrasi arasında yer alır. Bir ülkede ya da örgütte yönetimdeki otokratik güçlerin zayıflamasıyla birlikte demokratikleşme süreci başlar.

Advertisement

Dolaylı demokrasi

19. yy öncesindeki demokratik örgütlenmelerin dolaysız bir yapısı vardı, örgütün ya da topluluğun bütün üyeleri karar alma hakkını kullanabiliyordu. Ancak 19. yy’da endüstrileşmenin hem ekonomi hem de yönetim alanında büyük gelişmelere yol açması, işlemlerin toplulukların sınırın açarak kimi zaman ulusal kimi zaman da uluslararası boyutlara ulaşmasına neden oldu. Bu gelişmelerin ilk sonuç pek çok demokratik ilkenin korunmasına karşın halkın bütün olarak yönetime katılmasının olanaksızlaşmasıydı. Halkın çıkarların gözetmek ve onu yönetmek göreve kin zaman seçimle işbaşına gelen küçük bir topluluğa verildi.

Bir topluluğun tüm üyelerinin yönetime dolaysız olar katılmadığı bir ortamda demokrasiden söz edilip edilemeyeceği sorusuna Hollandalı kriminolog ve deneme yaza W.A. Bonger 1934’de “Demokrasi Sorunları” adlı makalesinde kesin bir yanıt verdi: “Eğer demokrasi bugünkü biçimini almamış olsaydı günümüze hiçbir demokratik uygulama ulaşmazdı”. Bir örgütün üyeleri temsilcilerini özgür seçimlerle belirleyerek denetleme hakkını ellerinde bulundurduğu sürece halkın kendi kendisini yönetmesi ilkesi çiğnenmeyecektir.

Özgürlük ve eşitlik

İÖ 4. yy’da Aristoteles demokrasinin temel ilkesinin özgürlük olduğunu öne sürmüştür. Bu özgürlüğün en azından kişinin düşüncelerini açıklama, toplanma örgüt kurma ve kendi yaşantısına yön verme haklarını kapsaması beklenir. Daha çok politik alanda geçerli olan eşitlik ilkesi, herkesin yasalar önünde eşit olmasını ve politik ve sosyal alanlardan yararlanma hakkının yasal güvence altına alınmasını öngörür. Her gerçek demokraside, özgürlük ve eşitlikle ilgili haklar yukarıda tanımlanan biçimiyle bütün yurttaşların temel haklan arasında yer alır. BM’nin I948’de yayınladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde bu haklar daha ayrıntılı biçimde tanımlanmıştır.

Bu bildiriyi önemsemeyen ülkelerde insan haklan daha fazla çiğnenmekte ve yönetimde otokratik yapı ağırlık kazanmaktadır. İnsan haklarının çiğnendiği ülkelerde (Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına göre bu olay düşünüldüğünden daha çok ülkede gerçekleşmektedir) bu durum ya yadsınmakta ya da bu suçun çok ender işlendiğinden söz edilmektedir. Gerçek anlamda demokrasi, toplumun dolaylı ya da dolaysız olarak kendi kendisini yönetmesi ve düşünce özgürlüğüyle yurttaşların yasa önündeki konumlarının güvence altına alınması demektir.

Demokrasi tarihinde, genellikle dört aşama ayırt edilir

Demokrasi tarihinde, genellikle dört aşama ayırt edilir. Birinci aşama Eski Yunandaki siteler de, ikinci aşama ortaçağ sonlarında, üçüncü aşama Amerikan ve Fransız devrimleri sırasında görülmüş ve dördüncü aşama da Avrupa’nın endüstrileşme sürecine girmesiyle başlamıştır. Ancak zaman ve yere göre yapılan bu sınıflandırma daha çok “Avrupa kökenli”dir ve demokrasiyi yönetim biçimleriyle sınırlandırma eğilimindedir. Devlet (ya da site devleti) düzeyindeki politik demokrasiye ek olarak ekonomik ve sosyal demokrasiden de söz edilebilir. Ekonomik demokrasi, şirketler vb, kuruluşlarda denetimin uygulanış biçimiyle ilgilidir. Sosyal demokrasi, örgütlenmenin varlığını korunmasının ve gelişmesinin tüm üyelerin yararına olduğu ve bu yüzden demokratik eğilimin her üyenin bulunmasıyla belirlendiği gönüllü kuruluşlarda görülür. Bunun nedeni örgütün bütün üyelerinin eşit çıkarlara sahip olmasıdır.

İlkel toplum

Batı uygarlığının gelişmesinden çok önce değişik ülkelerde değişik özellikler kazanan demokrasi biçimlerinin yanı sıra ilkel toplumlarda da farklı türde bir demokrasi uygulanıyordu. Bu ilk insanlar, yazıyı bilmediklerinden toplumun örgütlenme biçimlerine ilişkin fazla bilgi edinilememiştir. İlkel insanlar, tek başlarına yaşamlarını sürdürme olanağı bulamadığından küçük gruplar halinde yaşıyor ve gerek ekonomik gerekse dini ve politik konularda geleceği ilişkin kararlan toplu olarak alıyorlardı. Yönetimi bir kişinin üstlenmesi söz konusu değildi. Örgütlenmeleri demokratik bir nitelik taşıyan, bu gruplarda, günümü/dekinin tersine, oylamaya çok az yer veriliyordu.

Advertisement

Günümüzdeyse, yandan bir fazla oyu elde ederek çoğunluğu kazanan grup, demokratik yollarla karşıtlarını engelleyebilmektedir. İlkel toplumda kararlar genellikle oybirliğiyle alınır ve tartışmalar herkes ortak bir görüşe varıncaya ya da karşıtlar çoğunluğun görüşüne uymak zorunda kalıncaya dek sürdürülürdü. Onbinlerce yıl sonra bu eski demokratik yönetim biçimlerinin yerini otokrasiler aldı. Demokratik yönetimleri benimseyen çiftçilerin tersine belirli bir coğrafi bölgeye bağımlı olmayan çobanlar ve avcılar otokratik yönetimlerin önderi durumuna geldi.

Atina demokrasisi

Yunan siteleri, İÖ 5. ve 4. yy’larda güçlü donanmaların da katkısıyla o günlerin “uygar” dünyasının büyük bir bölümünü denetim altında tutan zengin bir ülkeydi. Yunanistan’ın altın çağı olarak da anılan bu dönemde güç halkın elindeydi. Özgürlük ve eşitlik ortamında sanat ve bilimin büyük bir hızla gelişmesi günümüzde demokrasinin bu biçiminin kadınlar, köleler ve yabancıların demokratik haklarından yararlanamadığı gerçeğinin gözardı edilerek yüceltilmesinin nedenlerinden biridir. Bunun anlamı, halkın halk tarafından yönetilmesinin nüfusun yalnız % 10’u için geçerli olmasıdır. Ayrıca, bu % 10’un önemli bir kesimi günün büyük bir bölümünü geçimini sağlamakla geçirdiğinden demokratik haklan kullanma olanağı bulamıyordu.

Demokratik uygulamalarda yer alan yurttaşlara az bir ücret verilmekle birlikte, bu ücret “orta halli bir Yunanlı”nın geçimini sürdürmesine yetmiyordu. Bu nedenle demokrasi, varlıklı yurttaşların boş zamanlarını ayırabildiği bir tür orta sınıf demokrasisi görünümünü alıyordu. Eski Atina’da yasama yetkisi 20 yaşını doldurmuş eşit oy ve söz hakları bulunan erkek yurttaşlardan oluşan bir halk meclisine verilmişti. Alınacak kararları, 30 yaşını geçen erkek adaylar arasından kurayla seçilen 500 kişiden oluşan “500’ler Meclisi” hazırlıyordu.

Karar vermenin özellikle gerekli olduğu çok önemli organların dışında yüksek görevlere seçilen kişiler kurayla belirleniyordu. Devlet yönetimine getirileceklerin kurayla belirlenmesi, halkın etkinliğinin daha fazla olmasını ve yozlaşmanın en aza indirgenmesini sağlıyordu. İÖ 3. yy’dan başlayarak Roma’nın yükselişi demokrasinin sonunu hazırladı. Romalılarda önceleri egemenliğin birkaç soylu aile ve zengin tüccarın elinde bulunduğu gerçek bir otokratik yönetim görüldü. Yönetim, daha sonraları imparatorun eline geçerek monarşik bir özellik kazandı.

Ortaçağ

Ortaçağın büyük bölümünde demokrasi için elverişli politik ve sosyal koşullar yoktu. Yalnız Hıristiyan ve Yahudi toplumlarının örgütlenmelerinde bir tür demokrasi görülüyordu. Erken Hıristiyan topluluklarında önderleri seçimle belirleme geleneği İmparator Büyük Constantinus’un 4. yy’da kiliseyle devlet arasında resmi bir bağ kurmasıyla son buldu. Bunun ardından feodalitenin maddi gücüyle Roma Kilisesi’nin manevi gücü otokratik eğilimlerin gelişmesine temel oluşturdu. İtalyan kentlerinde 11. yy’dan Flaman kentlerinde de 13. yy’dan sonra endüstri ve ticaretin gelişmesi feodal otokrasinin yıpranmasına neden oldu. Halk artık kral ya da imparatorun temsilcileri tarafından yönetilmek istemiyor ve loncalar aracılığıyla kendi kendisini yönetebileceği bir düzen kurmaya çalışıyordu.

Fransız şövalyeleri ordusunun Flaman loncalarına yenik düştüğü Altın Mahmuzlar Savaşı (1302) Avrupa’da birçok yerde gelişen “lonca demokrasisi”nin başlangıcı oldu. Sürekli para sıkıntısı feodal beylerin yurttaşlara ve kentlere bazı haklarla ayrıcalıklar tanımasına neden oldu. Ulusal parlamentolara yer verilen bir başka demokrasi biçimi de bu dönemde ortaya çıktı. 1215’de İngiliz lordları; Kral John’u monark ve soyluların karşılıklı hak ve görevlerini belirleyen Magna Carta’yı imzalamaya zorladı. Aristokrasi, sağladığı maddi ve manevi destek karşılığında, kralın danışma organlarından ve denetim güçlerinden yararlanıyordu. Danışma kurulları, süreç içinde pek çok ülkede ortaya çıkmaya başladı ve işlevlerinin kimi zaman öne çıkıp kimi zaman da geri planda kalmasına karşın, dönemin en önemli yasama organı durumuna geldi. 1600’lerde büyük merkezi devletlerin ortaya çıkmasıyla, gerek ortaçağ kent demokrasileri gerekse sınıf demokrasileri belirli ölçülerde aristokratlar tarafından denetlenen otokratik yönetim biçimlerine dönüştü.

Yeniçağ

Locke ve Rousseau’nun görüşleriyle Amerikan (1776) ve Fransız (1789) devrimlerinden esinlenen 18. yy’ın yükselen orta sınıflarında demokratik eğilimler gelişti. Bu sınıfların hedefi otokratik yönetim biçimlerinin ortadan kaldırılmasıydı.

Liberalizm ve parlamenter demokrasi

Çoğulcu ya da liberal demokrasi, bireyin vazgeçilmez doğal hakları bulunduğu inancına dayanır. İnsanlar, doğuştan özgür ve eşittir; baskı egemen güçlerden kaynaklanır. Tek tek yurttaşların “bireysel olarak egemenlik kurmasını engellemek için toplumun egemen güçleri örgütlenerek bir hükümet kurmalıdır. Halk yararına çalışması gereken bu yöneticiler toplumun isteğiyle görevden alınabilmelidir. 18., 19. ve 20. yy’larda endüstrinin hızla gelişmesiyle birlikte Avrupa’da büyük toprak mülkiyeti önemini yitirmeye başladı ve zengin orta sınıflarda politik etkinlik kurma eğilimi belirdi. Aristokrasinin ve Roma Kilisesi’nin gücü azalıyordu. 16. yy’da Protestanlığın yaygınlaşması kilisenin zayıflamasına neden oldu.

Erken Hıristiyan topluluklarının demokratik geleneklerine uygun biçimde örgütlenen Protestanların sayıca üstün oldukları bölgelerde merkezi yönetim eleştirilebiliyordu. Liberaller için özgürlük tüm ilkelerin başında geliyordu. Yönetici güçlerle kilisenin uyguladıkları baskılar; pazar, üretim ve işgücünden yararlanması alanlarında engelleyici rol oynar. 1848’de bütün Avrupa bir karışıklık içindeyken, toplu ayaklanmadan korkan yöneticiler liberallerin bazı demokratik istemlerini kabul etti. Üyeleri yurttaşlar tarafından seçilen (başlangıçta sınırlı sayıda yurttaş seçime katılıyordu) parlamentonun en yüksek yasama organı durumuna gelmesiyle parlamenter demokrasi dönemi başladı.

Sosyal demokrasi

Soyluların monarşinin hiçbir koşula bağlı olmayan egemenliğini sarsmayı başarmalarının ardından orta sınıflar da soyluların gücünü zayıflattı. Bu sırada kilisenin etkinliği de azalmaktaydı. 19. yy’da işçiler tüm Avrupa’da örgütlenmeye başladı. Sosyalist eğilimli işçilerle küçük zanaatkarlar partilerde ve sendikalarda toplandı. Bu kuruluşlar demokratik istemler öne sürüyor ve bazen de savaşımlarını eylemlerle sürdürüyordu. Sosyalistlerin savaşımının başlangıçta insan onuruyla bağdaşmayan çalışma koşullarının değiştirilmesine yönelik olmasına karşın politik etkinlikler zamanla genel oy hakkının sağlanmasına yöneldi.

Sosyalistlerin tümü parlamentonun halkın çıkarları için çalışan bir kuruluş olduğunu inanmıyor, ancak politik görüşlerin savunulması için buradan yararlanılabileceğini düşünüyordu. 19. yy sonlarında parlamenter savaşımı kabul eder sosyalistler çoğunluktaydı. Genel oy hakkının önündeki engeller birer birer ortadan kaldırılarak kadınlara da seçme ve seçilme hakkının tanındığı bir aşamaya ulaşıldı. Bu durum Avrupa’da ilk kez Büyük Britanya ve kolonilerinde, en son olarak da Avrupa’nın güneyindeki Katolik ülkelerde ve İsviçre’de gerçekleşti.

Advertisement

Demokrasinin değişik biçimleri

Çağdaş dünyada çoğu ülkeler otokrasiyle yönetilmektedir. Otokratik yönetimin başında tek bir kişi (bir askeri diktatör ya da geleneksel bir önder), küçük bir grup ya da parti yöneticileri bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak, İrandaki dini önder, Güney Amerikadaki askeri diktatörlükler, bazı Afrika devletlerindeki ve sosyalist ülkelerdeki tek parti yönetimleri gösterilebilir. Batıdaki anlayışa göre, önderliği bir kişinin ya da küçük bir grubun sürdürmesi, demokrasinin uygulanmayışıyla özdeş tutulamaz. Bunun nedeni, orada da böyle durumlarla karşılaşılmasıdır. Demokrasinin ortadan kalkmasına, birden çok partinin katıldığı seçimlere yer verilmemesi yol açar.

Konsey demokrasisi

19. yy’da konsey sistemi kuramı anarşist ve Marksist ilkelerden kaynaklanarak gelişti. Bu sistemin yandaşları devletin işçiler tarafından ele geçirilmesinin karşısındaydı. Aşağıdan yukarı doğru örgütlenmiş, özgür ve eşit işçilerin kurdukları birliklerin en önemli öğesini oluşturduğu toplum düzenlerini savunuyorlardı. İnsanlar yaşadıkları ve çalıştıkları yerlerde yönetime katılmalarını sağlayacak konseylerde yer almalıydı. Eşgüdümü sağlamak için gereksinme duyulan bölge ve fabrika konseylerinin üzerinde hiçbir profesyonel yönetim organının bulunmamasına izin verilmeyecekti.

Bunun yerine, tabana danışma işlerini yürütecek ve çalışmaların hoşnut olunmadığında, taban tarafından görevden alınabilecek halk temsilcileri sorumluluk yüklenecekti. Uygulamada, konsey demokrasisi pek uzun ömürlü olmadı. 1918’de Almanya, Rusya, Avusturya ve Macaristan’ın çeşitli bölgelerinde eski yönetimlerin devrilmesini izleyen politik durgunluk döneminde doğan bu sistem, yeni merkezi yönetimlerin kurulmasına dek varlığını korudu. Merkezi yönetimle konsey demokrasisinin uzlaşması olanaksızdır. Bu yüzden de bugün bile bu sistemi savunan sosyalistler seçimleri bir aldatmaca olarak niteler ve politik sahnenin gerisinde burjuvazinin hâlâ denetimi elinde tuttuğunu öne sürerek boykot edilmesi isteminde bulunur.

Demokratik merkeziyetçilik

Sosyalistler, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilerin çıkarlarına yalnız komünist partinin hizmet ettiğine inandıklarından, bu partilerin yönetimde olduğu ülkelerde Batının çok partili sistemi gereksiz bir öge olarak kabul edilir. Tek parti sisteminde de tartışmalar sürdürülebilir ve sonuçta ilke olarak demokratik yaklaşımı benimsedikleri kabul edilen işçilerin istediği kararlar alınabilir. Bu tartışmaların sınırlarını belirlemek için Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde (1920) bütün politik örgütlerin demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre çalışması kararı alınmıştır. Bu ilkeye göre bütün yönetici organlar seçimle belirlenecek ve üyeler etkinliklerini parti örgütlerine düzenli olarak bildirmekle yükümlü olacaktır.

Bütün sorunlar aşağıdan yukarıya doğru tartışmaya açılacak ve üst organlarda çoğunluğun oyuyla alman kararlar partinin alt organları için bağlayıcılık taşıyacaktır. Bütün bu işlevler sıkı bir parti disipliniyle yürütülecektir. Bu ilke gereğince, herhangi bir karar alınmadan önce herkes görüşünü bildirmekte özgürdür, ancak kararın alınmasından sonra parti bir bütün olarak hareket eder. Batılıların eleştirilerine göre, sosyalist ülkelerin çoğunluğunda demokratik merkeziyetçiliğin merkeziyetçi yanına çok fazla ağırlık verilmektedir. Ancak sosyalist ülkelerde halkın yerel politik etkinliklere katılım oranı Batı demokrasilerindekinden çok daha yüksektir. Ayrıca işçilerin işletmelerin yönetiminde Batıda olduğundan çok daha fazla söz hakkının bulunduğu görülür.

Tek partili demokrasi

Özellikle Afrikadaki bazı gelişmekte olan ülkelerde yalnız bir partinin bulunduğu ya da tek partinin politik etkinlikte bulunmasına izin verildiği sistemler yürürlüktedir. Ancak bu partiler demokratik merkeziyetçilik ilkesine bağlı komünist partiler değildir. Bu ülkelere örnek olarak, Kenya, Sierra Leone, Zambiya, Ruanda ve Burundi verilebilir. Bu ülkelerin yöneticileri demokrasinin uygulandığını ve geçmişinin sömürgecilik öncesi döneme dek uzandığını öne sürmektedir. 1967’de yalnız bir partiye çalışma izni verme yolunda bir karar alan Tanzanya Devlet Başkanı Nyerere buna gerekçe olarak ülkesindeki eski gelenekleri, özellikle de “ujamaa” (kardeşlik) geleneğini göstermiş, Afrika kültüründe çok partili sistemin köklerinin bulunmadığını ve bunun toplumdaki değişik grupların politik egemenlik için savaştığı Batıya özgü bir olgu olduğunu öne sürmüştür.

Nyerere’ye göre bu savaşımda tutucuların feodal yaklaşımları, liberallerin özgürlük ülküsü ve sosyalistlerin eşitlik anlayışı birbiriyle çarpışacaktır. Gerçekte gelişmekte olan ülkelerde bu grupların köklü bir geçmişi yoktur. Politik savaşım sömürgecilerin egemenliğini ortadan kaldırmayı ve emperyalist ekonomi politikasının etkilerinden korunmayı amaçlamaktadır. Bu savaşımda bütün yerli halk birlik olmuştur ve bağımsızlık kazanıldıktan sonra da ülkenin kalkınması sürecinde bu güç birliğinin sürekli kılınması gerekmektedir.


Leave A Reply