Gurbet Hikayeleri Kitap Özeti Konusu İncelemesi, Refik Halit Karay

0
Advertisement

Refik Halit Karay’ın Gurbet Hikayeleri isimli kitabının konusu, kitaptan seçmeler ve özeti. Gurbet Hikayeleri kitap incelemesi.

Gurbet Hikayeleri

Gurbet Hikayeleri Kitap Özeti – Refik Halit Karay

1940’da yayınlanan Gurbet Hikâyeleri, Refik Halit Karay‘ın Memleket Hikâyeleri‘nin bir devamı niteliğindedir. Memleket Hikâyeleri’nde memleket edebiyatını işleyen yazar, Gurbet Hikâyeleri’nde memleket hasretini somutlaştırmıştır. Yabancılar arasında yaşarken edinilen yabancılaşma ve yalnızlık duygusu, ana dili kullanma hasreti bu hikâyelerin temel konusunu oluşturur. Çok sade, rahat yazılmış hissi veren bu hikâyelerde Moupassant tekniği kullanılır.

Gurbet Hikâyeleri’nden Örnekler

Eskici

Hikâyenin başında, Marmara Denizinin rıhtımında yolcu uğurlamak için toplanan insanların kendi aralarında konuşmaları yer alır. Bir çocuk, Arabistan’a uğurlanacaktır. Çocuğun yakınları bir yükten kurtuldukları için sevinçlidir. Arabistan’da halasının yanında rahat eder, diye düşünürler. Oysa amaçlan sorumluluktan kurtulmaktır.

Hasan, (Arabistan’a gönderilen çocuk) beş yaşlarında, yetim ve öksüz bir çocuktur. Annesini yeni kaybetmiştir, İstanbul’daki yakınları onu halasının yanma göndermeyi uygun görmüşlerdir. Hasan, önce, vapur seyahati boyunca çok eğlenir. Yolcuları sempatikliği ile neşelendirir, herkesle sohbet eder. Peltek, şirin konuşmaları ile vapurdaki yolcular onu çok severler. Fakat, vapur her uğradığı yerde bir sürü yolcu bırakmaktadır. Bir süre sonra, vapurda Hasan’m dilini anlayan, Türkçe konuşan insan çok az kalır. Hasan’ı bir durgunluk alır. Yolcuların dilini anlamaz, kendini yalnız hisseder. Artık ona Hasan diye hitap eden kimse kalmamıştır. Kalanlar ise ‘Hassan’ diye seslenmektedir.

Vapur, Hayfa’ya geldiğinde o da vapurdan ayrılır. Onu bir trene koyarlar. Hasan, trende köşeye büzülür. Hiç konuşamaz, konuşsa da kimse onun dilinden anlamaz. Dışarıdaki portakal ve meyve bahçelerini seyreder. Zamanla manzara değişir. Hiç ağacın olmadığı, dümdüz yerlerden geçmeye başlarlar. Hasan, İstanbul’u, memleketini özler. Buraların hayvanları bile çok gariptir. Kambur, koca koca tüylü, soğuk hayvanlar görür pencereden.

Advertisement
Hasan’ı istasyonda indirirler.

Siyah bir örtü giymiş, kolları altınlarla dolu bir kadın onu bağrına basar. Bu, halasıdır. Hiç annesinin kokusuna benzemeyen bir kokusu vardır. Halası da anlamadığı bir dille konuşmaktadır. Hasan, halasının basık, tek katlı toprak evinde haftalarca hiç konuşmaz. Saçları çok kısa kesilmiş, entari giyen erkek çocukları ile de hiç konuşmaz.

Uzun bir süre Hasan hiç konuşmaz. Zamanla o da diğer çocuklar gibi giydirilir, yer sofrasında çatal bıçak kullanmadan yemek yemeyi, hatta Arapça’yı dahi öğrenir. Fakat o yine çok durgun ve sessizdir.

Bir gün, halası sokaktan bir satıcıyı çağırır. Önüne bir sürü eski ayakkabı koyar. Satıcı oturur ve bunları tamire koyulur. Ha-san’m bu tamir çok dikkatini çeker. Satıcı, ayakkabının çivisini ağzına alarak düzeltmektedir. Hasan, boş bulunarak satıcıya sorar: ‘Ağzınız acımıyor mu?’ Satıcı şaşırarak ‘Sen Türk müsün?’ der. Hasan, bir Türk’le karşılaşmış olmaktan çok mutludur. Haftalarca süren sessizliğine mukabil sürekli konuşmakta, ona memleketindeki hayatını anlatmaktadır. Sanki bir tanıdığına rast gelmiş gibidir. Satıcı da zevkle onu dinlemektedir. Birbirlerine sokulmuş vatan hasretini dindirmeye çalışırlar.

Satıcı, işini bitirince gitmek zorundadır, ikisi de ağlamaya başlar. Hasan, satıcıya ‘Gitme be!’ der. Satıcı da ağlayarak ona: ‘Ağlama be!’ der. Ayrılık anında her ikisi de vatan hasreti ile gözyaşı dökmektedir.

Çıban

Hikâye, bir binbaşının dilinden anlatılmaktadır.

Asker (Binbaşı), hikâyenin başında Halep çıbanının korkulacak bir tarafının olmadığından, hatta güzel bir bayanı daha da güzelleştireceğinden bahseder. Herkesin korktuğu Halep çıbanından daha da korkunç bir çıban vardır: Hadramut çıbanı.

Advertisement

Asker, başından geçen bir hadiseyi anlatmaya başlar. Bir gün, Yemen valisi ve kumandanı İzzet Paşa, onu ve yanındakileri iki Arap emiri arasındaki kavgaya son vermek için Hadramut hududuna gönderir.

Hadramut’a varırlar. Burası, koskoca bir çölde yer yokmuş Sibi beş altı katlı binaların yapıldığı, garip bir yerdir. Yağmur 3-4 senede bir yağmakta, yağdığında da sel olarak gelmektedir.

Evler, âdeta bir rüzgârda toz hâline gelecekmiş gibi iğretidir. Asker, ilk geldiği gün emirin kölesi ona cibindirik içinde yatmasını söyler. Aksi hâlde Hadramut çıbanına yakalanabilir. Asker, çarşıda gezerken yüzünün yansı bu çıban yüzünden yok olmuş, oyulmuş, kemikleri görünen kadınlarla karşılaşır. Çok korkar ve geceleri her yerini örterek uyur.

Bir gün, alnında hafif bir kaşıntı hisseder.

Bir kırmızılık vardır. Hemen, emire gider. Bir cadıya benzeyen kadın getirirler. Kadın, muayene ettikten sonra habis çıban olduğunu söyler. Tek bir tedavi yolu vardır. Bu uygulanmasa yüzünün yansı ile gözünün teki bu çıbanla oyulup gidecektir. Çıban, kıvama gelince hurmalıklar altında bir döşeğe yatırılır. Cadı kadın çıbanın uç kısmına çok ince bir iğne geçirir. Bu iğneye bağlı ipi hurma ağaçlarından birine bağlar. On gün kımıldamadan yatacaktır. Hayatı bu ipliğe bağlıdır. İplik koptuğu anda, çıban onun yüzünü ve gözünü yok edecektir. Çıbanın özünün kuruması gerekmektedir. Bu acayip tedavi süresince ip koparsa asker şakağına bir kurşun sıkarak intihar etmeye karar verir. Her gün, ya yağmur yağarsa, ya kölelerden biri o uyuduğu anda başını tutmayı unutursa diye düşünerek korku içinde yaşamaktadır. Kafasını robot gibi hiç oynatmamaktadır.

Nihayet on günün sonunda cadı görünümlü kadın gelir. Özün alındığı müjdesini verir.

Binbaşı, yanağında küçük bir yanığa benzeyen izi göstererek imparatorluk zabiti neler çeker?’ der.


Leave A Reply