Hümanist Psikoloji Hakkında Bilgi

0
Advertisement

Hümanist psikoloji nedir? Hümanist psikolojinin özellikleri, temel ilkeleri, temsilcileri hakkında bilgi.

Hümanist Psikoloji

Hümanist Psikoloji; insanın kendi başına bir değer olduğunu, psikologlar ve psikiyatrlarca da böyle tanımlanıp ele alınması gerektiğini savunan 20. yüzyıl psikoloji akımıdır. 20. yüzyılda psikolojiye damgasını vurmuş iki ana akım olan davranışçılık ve psikanalize karşı bir seçenek oluşturmuştur. Hümanist psikologlar, insanı yalnızca uyaran-yanıt ilişkileri içinde bir organizma olarak ele aldıkları ve insan eylemlerini bilimsel açıdan inceleyip çözümlemeye aşırı önem verdikleri gerekçesiyle davranışçıları eleştirirler; onlara göre davranışçı yaklaşım, insanın düşünen ve hisseden birey yönünün bir kenara itilmesine, psikoloji alanındaki çalışmaların tümüyle, insan davranışını ölçümlere vuran ya da öğelerine indirgeyen laboratuvar araştırmaları üzerinde yoğunlaştırılmasına neden olmuştur. Psikanalizin, yaşamın ilk dönemlerindeki deneyim ve dürtülerin insan davranışının temelini oluşturduğu yolundaki belirlenimci yönelimi de aynı ölçüde eleştirilmiştir. Hümanist psikoloji yanlıları, insanın kendi yaşamından ve eylemlerinden sorumlu olduğuna, yaşamının herhangi bir anında tutumunu ya da davranışını kendi iradesiyle ve bilinçli olarak değiştirebileceğine inanırlar, insanın sevgi, amaçlarını gerçekleştirme, kendine değer verme, özerklik gibi alanlarda kendini tam anlamıyla geliştirebilmesi sorunu çalışmalarının odağını oluşturur; olgunlaşmayı ise, kişinin kendi değerler sistemini kurup uygulamaya geçirme süreci olarak tanımlarlar. ABD’deki Hümanist Psikoloji Birliği’ nin beş temel ilkesi vardır: 1) İnsan olarak insan, kendi zihinsel işlevlerinin toplamından üstündür, 2) insan varlığı insani bir bağlam içinde oluşur, 3) insan bilinçli bir varlıktır, 4) insan seçim yapabilen bir varlıktır, 5) insan amaçlı davranan bir varlıktır.

Hümanist psikolojinin kurucularından ABD’li psikolog ve düşünür Abraham H. Maslow, insanın gereksinimlerini ya da dürtülerini, önceliği azalırken karmaşıklık ve gelişkinlik düzeyi gittikçe artan hiyerarşik bir sıraya koymuştur; bunlar, fizyolojik gereksinimler, ait olma ve sevgi, saygınlık ve kendini gerçekleştirmedir. Kişi ancak ilkel ya da temel gereksinimleri karşılandıktan sonra daha üst düzeylere ulaşabilir. Tüm potansiyelini kullanabilen kişi, kendini gerçekleştirme düzeyine ulaşmış demektir.

“Ben” kavramı, çoğu hümanist psikolog için kuramın odak noktasıdır. ABD’li psikolog George Kelly’nin “kişisel yapılanma” kuramı ve psikoterapist Carl Rogers’ın geliştirdiği “danışanı merkez alan” (güdümsüz) terapi, bireyin içinde yaşadığı dünyayı kendi deneyimlerine göre algıladığı görüşüne dayanır. Bu algılama kişiliğini etkiler ve bireyi, bütün benliğinin gereksinimlerini doyurmaya yönelik davranışlara iter. Rogers, kişiliğin gelişim sürecinde bireyin kendini gerçekleştirme (birey olma), kendini ayakta tutma (bireyselliğini koruyup sürdürme) ve kendini (var olan durumunu) aşma yönünde çaba gösterdiğini belirtir. Jean-Paul Sartre ve öteki varoluşçu düşünürlerden etkilenen pek çok hümanist psikolog, var olmanın önemi ve yaşamın anlamı konusunda varoluşçu görüşleri benimsemiştir. Varoluşçu psikolojinin öncülerinden İsviçreli psikiyatr Ludwig Binswanger, kişinin tüm varoluşunun temeli olarak gördüğü “dünya tasarımı” kavramını geliştirmiştir. Ona göre insan, çevresinin ürünü değil, yaratıcısıdır. Binswanger varoluşun çeşitli “biçim”lerini tanımlar. Bireyin yalnız yaşamayı seçmesi tek başına varoluş biçimidir. İki insanın duygusal açıdan bütünleşmesi sonucu ikili varoluş ortaya çıkar; yani “Sen” ve “Ben”, “Biz”e dönüşür. Bireyin başka insanlarla etkileşim içinde var olması çoklu, kalabalık içinde erimesi ya da duygusal açıdan başkalarından tümüyle kopması ise anonim varoluştur. ABD’li psikolog Rollo May ise insanın, yaşayan ve çeşitli yaşantılarla karşılaşan bir varlık olarak ele alınması sonucunda temel doğasının giderek gözardı edildiğini öne sürmüştür. May’e göre yaşama gücünü ve tutkuları ayakta tutan, insanın ölümlü olduğunu bilmesidir. Bir başka ABD’li psikolog Clark Moustakas da, yalnızlığın bireyi ve davranışlarını nasıl etkilediği konusuyla ilgilenmiştir. Moustakas, “varoluşun yalnızlığı”nın insan yaşantısının kaçınılmaz bir parçası olduğunu, buna karşılık kendine yabancılaşma ve kendini reddetmeden kaynaklanan yalnızlığın aşırı bir bunaltıya (anksiyete) yol açacağını belirtir.

Hümanist psikoloji ilkeleri, 1960’larda ABD’de yaygın olan “insan potansiyeli” hareketi sırasında geniş bir uygulama alanı bulmuş; insanı, o anda içinde bulunduğu ortamla birlikte bir bütün olarak ele alan Gestalt’çı terapi de gene bu dönemde yaygınlık kazanmıştır. Bu terapide duygular beden dili, duygu ve davranışların dışavurumu ve kendiliğindenliği kabullenme, kendine karşı sorumluluk gibi doğrudan yaşantıların sergilendiği “şimdi ve burada” ilkesi benimsenir. İnsan sorunları karşısında varoluşçu ya da yaşanana önem veren bir tutum alan Gestalt’çı terapi, 20. yüzyıl başlarındaki deneysel psikoloji okullarından Gestalt psikolojisiyle fazla benzerlik göstermez; insana ve onun gerçek mutluluğa ulaşma potansiyeline yapıcı bir gözle bakar. Fritz Perls’ün geliştirdiği bu terapi biçimi, Gestalt psikolojisinden bütünsellik kavramını almıştır; terapi tekniklerinin amacı bu bütünlüğün kurulmasını, yani kendini gerçekleştirmeyi sağlamaktır.

Advertisement

İnsan potansiyeli hareketinin etkisiyle ortaya çıkan bir başka terapi biçimi de, Eric Berne’ün geliştirdiği ve insan ilişkilerinin çözümlenmesine dayanan yöntemdir. Berne’ ün uyguladığı teknikte insanlar arasında ki etkileşimin gözlemlenmesiyle elde edilen bilgiler sistemli biçimde tanımlanıp sınıflandırılır. Bu yaklaşımın amacı, bireyin gerek kendisinin, gerek başkalarının kişiliğindeki “çocuk” ve “ana-baba” boyutlarını tanıyarak yeterli olgunluk düzeyine ulaşmasına yardımcı olmaktır.


Leave A Reply