Kavanozdaki Bir Beyin Olabilir Misiniz? Felsefe Ne Diyor? Matrix Gerçek Mi?

0
Advertisement

Bizler aslında kavanozun içinde birer beyin olabilir miyiz? Yoksa matrix gerçek mi? Felsefeciler bu konuda ne diyorlar? Bilgisayar simülasyonu muyuz?

Kavanozdaki Beyin

“Canavar ruhlu bir bilim insanı, bir adamı ameliyat ederek beynini kafasından çıkartıyor ve içinde gerekli besinler olan bir kavanozun içine koyuyor. Ardından beynin sinir uçlarını süper-bilimsel bir bilgisayara bağlıyor. Bu öyle bir bilgisayar ki, adam her şeyin tamamen normal olduğu yanılsamasına kapılıyor. İnsanlar, nesneler, gökyüzü, kısacası her şey ona normal görünüyor. Gerçekteyse gördüğü, duyduğu, hissettiği her şey bilgisayardan sinir uçlarına giden elektronik sinyallerden ibaret.”

kavanozda beyin

Bir kabus ya da bilim-kurgu senaryosu gibi değil mi?

Belki de, ama siz kavanozdaki o beyin olsaydınız söyleyecekleriniz de tam böyle olurdu! Beyniniz kafatası yerine bir kavanozun içinde olsaydı, tüm hissettikleriniz, gerçek bir dünyada gerçek bir bedenle yaşadığınızda hissedeceklerinizle tıpatıp aynı olurdu. Çevrenizdeki dünya -koltuğunuz, elinizde tuttuğunuz kitap, elleriniz- hepsi de yanılsamanın bir parçası olurdu; bedenden ayrılmış beyninize bilim insanının süper güçlü bilgisayarı tarafından yüklenen düşünceler ve duyumlar olurdu hepsi.

Kavanozda yüzen bir beyin olduğunuza inanmıyorsunuzdur herhalde. Zaten filozofların da büyük bölümü böyle bir şeye inanmaz. Ama inanıp inanmamak bir yana, kavanozdaki bir beyin olmadığınızdan emin olamayacağınızı kabul etmek zorundasınız. Sorun şu ki eğer gerçekten kavanozdaki beyinseniz (ve bu olasılığı yok edemezsiniz), dünya hakkında bildiğinizi sandığınız her şey yanlış olacaktır. Böyle bir şeyin mümkün olması bile, aslında hiçbir şey bilmediğiniz anlamına gelir. Bu olasılığın varlığı bile dış dünyayı bilme iddialarımızın altını oymaya yeter.

“Bilgisayar o kadar zekidir ki, kurban kendisini oturmuş da, insanların beyinlerini vücutlarından çıkartıp besin maddeleriyle dolu bir kavanoza koya kötü kalpli bir bilim insanının var olabileceğine dair eğlenceli ama epey saçma varsayımdan bahseden bir yazı okuyormuş sanabilir.” Hilary Putnam

Advertisement

Peki bu kavanozdan kurtulmanın bir yolu var mıdır?

Kavanozun kökleri

Kavanozdaki beyin hikâyesinin yukarıdaki klasik modern anlatımı, Amerikalı filozof Hilary Putnam’m 1981 tarihli Reasorı, Truth, and History (Akıl, Gerçek ve Tarih) adlı kitabında yer alır. Düşüncenin kökeniyse çok daha gerilere uzanır. Putnam’ın düşünce deneyi, 17. yüzyıla ait bir korku hikâyesinin güncelleştirilmiş versiyonudur aslında. Orijinal hikâye, Fransız filozof René Descartes’ın 1641 tarihli Meditationes de prima philosophia (İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler) adlı yapıtında yarattığı kötü cinin (malin génie) hikâyesidir.

Descartes’ın amacı insanoğlunun bilgi mabedini sarsılmaz temeller üstünde yeniden kurmaktı. Bunun için “şüphe yöntemi’ni benimsedi: En küçük bir belirsizliğe bile yol açabilecek tüm kanıları dışarıda bırakacaktı. Duyularımızın güvenilmezliğine ve rüyaların yarattığı karışıklığa dikkat çektikten sonra Descartes şüphe yöntemini en uç noktaya götürdü:

“Son derece güçlü ve kurnaz bir cinin bütün gayretini beni aldatmak için kullandığını . . . varsayacağım. Gökyüzü, hava, toprak, renkler, şekiller ve bütün dışsal şeylerin benim muhakeme gücümü tuzağa düşürmek için onun tertiplediği rüyaların sanrılarından ibaret olduğunu düşüneceğim.”

Daha önceki kanı ve görüşlerinin enkazı içinde Descartes’ın gözüne, yeni mabedini üzerine inşa edeceği sağlam temel olarak tek bir kesinlik zerresi ilişti: cogito

Putnam ve Descartes önce şeytanın avukatı rolüne soyunup şüpheci görüşleri dile getirmeyi, ardından bu görüşleri yıkmayı planlamıştı. Ne var ki pek çok filozofu etkileyen şey kendi kurdukları tuzaklardan kurtulma becerileri değil, tuzak kurmadaki ustalıkları oldu. Putnam kendi nedensel anlam kuramına başvurarak kavanozdaki beyin senaryosunun tutarsız olduğunu göstermeye çalıştıysa da en fazlasından gösterir gibi olduğu şey, kavanozdaki beynin aslında kavanozdaki beyin olduğu düşüncesini ifade edemeyeceği oldu. Sonuç olarak Putnam, kavanoza konmuş bir beyin olma durumunun görünmez ve içeriden anlatılmaz olduğunu göstermeyi başardıysa da bu anlambilimsel zaferin (tabii zafer denirse) gerçeği biliş konusunda bize ne gibi bir faydası olduğu açık değildir.

matriks

Advertisement

Popüler kültürde

Kavanozdaki beyin gibi düşünceler, merak uyandırıcılıkları ve akıl çelicilikleri sayesinde popüler kültürde kendilerine defalarca kez yer bulmuştur. En başarılı örneklerden biri 1999 tarihli Matrix filmidir. Filmde Keanu Reeves’in canlandırdığı bilgisayar korsanı Neo, 1999 Amerikası’nın aslında kötü niyetli bir siber zekâ tarafından yaratılmış sanal bir simülasyon olduğunu, kendisinin ve diğer insanların, dev bir bilgisayara bağlı sıvı dolu kapsüllerde tutulduğunu öğreniyordu. Filmde kavanozdaki beyin senaryosunun bütün ana öğelerini görmek mümkündür. Matrisin başarısı ve etkisi, aşırı şüpheci görüşlerin ne derece güçlü olabileceğinin bir göstergesidir.

Şüphecilik

“Şüpheci” terimi, yerleşik kanılardan şüphelenme eğiliminde olan ya da genel olarak insanlara ve fikirlere güvenmeyen kimseleri tanımlamakta kullanılır çoğunlukla. Bu anlamda şüphecilik, birçok kimsenin benimsediği kanıları sınamak ve irdelemek için sağlıklı ve açık fikirli bir eğilimdir. Şüphecilik safdilliğe karşı yararlı bir teminat olsa da, bazen yerli yersiz her şeyden şüphe duyma eğilimine dönüşebilir. Ama iyi ve kötü olması bir yana, şüpheciliğin felsefedeki anlamı bu değildir.

Felsefi şüpheci hiçbir şey bilmediğimizi ileri sürmez. Bir kere zaten hiçbir şey bilmiyorum dersek, en azından hiçbir şey bilmediğimizi biliyor oluruz ki kendi sözümüzle çelişiriz. Şüphecinin asıl duruşu, bilgi sahibi olduğumuz iddiasına meydan okumaktır. Birçok şeyi bildiğimizi düşünürüz, peki ama bu iddialarımızı nasıl savunabiliriz? Herhangi bir bilgi sahibi olma iddiamızın haklılığını kanıtlamak için hangi dayanakları ortaya koyabiliriz? Dünyaya ilişkin sözde bilgimiz, duyularımızdan elde ettiğimiz algılara ve aklımıza dayanır. Ama böylesi algılar her zaman hataya açık değil midir?

Halüsinasyon ya da rüya görmediğimizden emin olabilir miyiz?

Ya da belleğimizin bize oyunlar oynamadığından? Eğer rüya görme deneyimi uyanıklık deneyimimizden ayırt edilemiyorsa, asla bir olayın gerçekliğinden emin olamayız. Gerçek kabul ettiğimiz şey belki de gerçek değildir. Böylesi kaygılar uç noktaya vardırıldığında, kötü kalpli cinlere ve kavanozdaki beyinlere götürür bizi. . .

Bilgi felsefesi (epistemoloji), felsefenin bilgiyi sorgulayan alanıdır: Ne biliyoruz? Nereden biliyoruz? Bir şeyin bilgi kabul edilebilmesi için gerekli koşullar nelerdir? Böyle ele alındığında, bilgi felsefesi şüphecinin meydan okumasına bir yanıt olarak görülebilir. Bilgi felsefesinin tarihi ise şüpheciliği bozguna uğratmak için geçmişteki bir dizi girişimdir. Pek çok kişiye göre şüpheciliği yenilgiye uğratmak konusunda Descartes’tan sonraki filozoflar da ondan daha başarılı olamadılar. Kavanozdan kesin bir kaçış olmadığı kaygısı felsefenin üstüne koyu gölgesini düşürmeyi bugün de sürdürür.

matriks

Simülasyon Savı

Şüphecinin vardığı kabusu andıran sonuçları göz ardı etme eğiliminde olsak da aceleci davranmamak gerekir. Hatta kısa süre önce filozof Nick Bostrom’un tasarladığı zekice bir iddiaya göre, zaten büyük olasılıkla bir bilgisayar simülasyonunun de yaşıyoruz! Düşünsenize.

Gelecekte uygarlığımız büyük olasılıkla insan zihninin ve bu zihinlerin yaşayacağı dünyaların inanılmaz gerçeklikteki bilgisayar simülasyonlarını yaratabilecek seviyeye gelecek. Böyle simüle edilmiş dünyaları sürdürmek için büyük bir kaynağa da gerek olmayacaktır. Gelecekte belki tek bir dizüstü bilgisayar bile simüle edilmiş zihinlerden binlercesine ya da milyonlarcasına ev sahipliği yapabilir. Bu durumda simüle edilmiş zihinler biyolojik zihinlerden büyük ihtimalle kat be kat daha fazla olacaktır. Hem biyolojik hem de simüle edilmiş zihinlerin deneyimleri birbirinden ayırt edilmez olacak ve tabii ki her iki taraf da kendisinin simüle edilmediğini düşünecektir, ama simüle edilmiş zihinler (zihinlerin büyük çoğunluğu) yanılıyor olacaktır.

Biz doğal olarak bu tezi geleceğe ilişkin varsayımlar açısından ele alırız, peki ama o “geleceğin” çoktan gelmediğini – öyle bir teknoloji düzeyine çoktan erişilmediğini ve bu tür zihinlerin çoktan simüle edilmediğini kim garantileyebilir? Biz elbette simüle bir dünyada yaşayan simüle zihinler olmadığımızı varsayıyoruz, ama bu durum, programın ne kadar kaliteli olduğunun bir İşaretinden başka bir şey olmayabilir. Bostrom’un iddiasının mantığına göre simüle bir dünyadaki simüle zihinlerden biri olma ihtimalimiz, gerçek dünyadaki azınlık zihinden biri olma ihtimalimizden çok daha fazladır!


Leave A Reply