Ölmeden Önce Gezmeniz Gereken Dünyadaki Tarihi Yerler

0
Advertisement

Bu dünyaya gelmişken bu yerleri gezmeden ölmeyin. Dünyanın en güzel ve ilgin tarihi yerleri, anıtları, sarayları vb. resim ve bilgileri.

kremlin

Kaynak: pixabay.com

Kremlin ve Kızıl Meydan

Rusya’yı derinden etkileyen olayların çoğuna tanık olan bu kale ve meydan, 13. yy’dan itibaren Rus çarlarının ikametgahı ve önemli bir dini merkez oldu. 11. ve 12. yüzyıllarda Kiev Rus devletinin küçük prensliklere bölünerek dağıldığı zaman, Moskova henüz ortada bile yoktu. Kremlin’in yerinde ise, Prens Yuri Dolgorukiy’in Moskva ve Negline nehirlerini tepeden seyreden av köşkü duruyordu. Bu stratejik nokta, bir yüzyıl içinde bir kale kente (yani Kremlin’e) dönüştü ve Moskova buradan doğdu. Deli Petro, başkenti St. Petersburg’a taşıyıncaya kadar, burası Rusya’nın politik merkeziydi. Daha sonra Bolşevikler, başkenti yeniden Moskova’ya taşıyıp, Kızıl Meydan ile kente damgalarını vurdular. Korkunç İvan, Romanov sülalesininkilerin yanı sıra, Lenin ve Stalin’in de mezarlarını barındıran bölge; kalesi, Rus Ortodoks yapılan ve soğan kubbeli eşsiz St. Basil Bazilikası ile görülmeye değer.


Petra Antik Kenti

Kaynak: pixabay.com

Petra Vadisi, Ürdün

Ürdün aslında sahip olduğu zenginlikle daha çok turistin ilgisini hak ediyor, ancak Orta Doğu’nun kötü şöhreti, Ürdün’ü de etkiliyor. Oysa Indiana Jones filmine set olan ünlü Petra kenti, dünyanın deniz seviyesinin altındaki tek su kütlesi olan Lut Gölü ve Arabistanlı Lawrence’ın bir zamanlar at koşturduğu Ram Vadisi gibi etkileyici mekanların hepsi, Ürdün’de. 1.0. 3. yy’da hüküm süren Arap hanedanı Nebatilerin başkenti olan Petra, belki de en ilgi çekici olanı. Uçurum bir kayalığın içine oyulmuş bu şehirde, 1800’lere dek yaşayanlar varmış. 8.000 kişilik tiyatrosu ile Kanatlı Aslanlar Tapınağı, görülmesi gerekenlerin başında geliyor.


Asvan, Mısır

Kahire’nin 680 km. güneyinde, Nil kıyısında yer alan Asvan, kuru ve ılık iklimi sayesinde dünyanın bilinen en eski sayfiye yerlerinden biri olarak kabul ediliyor. Agatha Christie’nin “Nil’de Ölüm” romanındaki olayların bir bölümünün de yaşandığı kent: 20. yy. başında burayı ziyaret eden ilk Avrupalıları ağırlayan Old Cataract Oteli, nehirde salınan geleneksel “felukka” tekneleri ve eşsiz tarihi anıtlarıyla, eski Mısır kültürünü Kahire’den çok daha iyi soluyabileceğiniz bir yer. Bölgede görülecekler arasında, baraj suları altında kalmaması için tümüyle sökülüp başka yere taşınan İsis Sunağı ile II. Ramses ve Ebu Simbel gibi önemli Nübye tapınakları yer alıyor.


Advertisement

Büyük Zimbabwe Ulusal Anıtı, Zimbabwe

Portekizli kaşifler, 16. yy’da ilk kez bu kalıntılarla karşılaştıkları zaman, Afrikalıların bu denli gelişmiş bir mimari yapıyı inşa edemeyeceklerini düşünmüşlerdi. Sonraki yüzyıllarda buraya uğrayan gezginler de, yapıları Mısırlılar veya Finikeliler’e atfettiler. Ancak 20. yy ‘da İngiliz arkeolog David Randall-Maclver ile meslektaşı Gertrude Caton-Thompson’ın kazıları. kentin tümüyle “Afrikalı” olduğunu doğruladı. Sahra’nın güneyindeki en büyük ve etkileyici taşyapılara sahip olan Büyük Zimbabwe’nin, 12.- 14. yüzyıllar arasında Zimbabvre’nin Shona kabilesinin ataları tarafından inşa edildiği sanılıyor. 80 hektarlık bir alana yayılan ve en parlak döneminde 18.000 kişilik nüfusa sahip kentin, nasıl olup da Ortaçağ’da Güneydoğu Afrika’nın ticaretini elinde tuttuğu ise hâlâ bir sır.


Tac Mahal

Kaynak : pixabay.com

Tac Mahal, Hindistan

Hakkında çok konuşulmuş ve artık bir klişe haline dönüşmüş olsa da, hiçbir şey Tac Mahal’in güzelliğinden bir şey eksiltmiyor… 16. – 18. yüzyıllar arasında Mughal İmparatorluğu’nun başkenti olan Agra’daki yapı, belki de anıt mezarların en görkemlisi. Şah Cihan’ın eşi Ercüment Banu Begüm’ün zamansız ölümünün ardından yaptırdığı Tac Mahal; beyaz mermerden kubbesi, onu çevreleyen dört minaresi ve huzur verici bahçesiyle, hafızalarda yer ediyor. 1631 ile 1648 yılları arasında inşa edilen Tac Mahal’in mimari sadeliği, günün her saatinde ve mevsimlere göre farklı bir e bürünmesini sağlıyor. Çevresindeki doğanın rengini yansıtan yapı, gündoğumunda pembeye bürünürken, öğlenleri süt beyaz, akşam üzeri altın rengine dönüyor.


Angkor Tapınağı, Kamboçya

Güneydoğu Asya’nın Budist şaheseri Angkor Tapınağı, aslında 400 kilometrekarelik Angkor Arkeoloji Parkı’nın bir parçası. Kmer İmparatorluğu’nun sık ormanlıklar içinde kaybolmuş eski kentlerini içine alan bölgede, 9.-15. yüzyıllara ait kalıntılar gizliyor. Kiminin üzerinde dev ağaçların boy verdiği, kimisi ağaç kökleriyle sarıp sarmalanmış ve Budist mimarinin en güzel örneklerinden olan bu taş yapılar arasında en ünlüleri, Angkor Wat, Angkor Thom ve Bayon Tapınağı. Özellikle taş işçilikleriyle dikkat çeken bu kentleri ve tapınakları keşfetmenin en iyi yolu ise bir motosiklet turuna çıkmak.


Borobudur, Java

Endonezya’nın kahvesi ve volkanlarıyla ünlü adası, sadece tropikal bir gizli bahçe olmakla kalmıyor; çok ilginç bir Budist tapınağına da ev sahipliği yapıyor. 8. veya 9.yüzyıllarda inşa edildiği sanılan piramit şeklindeki bu yapı, üst üste yükselen kare şeklinde 5 teras ile daire şeklinde 3 terastan oluşuyor. Kutsal lotus çiçeği şeklinde tasarlanan yapının en tepesine de bir stupa oturtulmuş. Bütün basamak duvarları çok güzel rölyeflerle süslenen tapınağın dairesel platformlarının her birinde, 72 adet küçük stupa ve her birinin içinde de birer Buda heykeli bulunuyor. Heykellerin her biri, “mudra” adı verilen beş farklı kutsal el duruşundan birini yapıyor.

Advertisement

Yasak Şehir, Pekin

Ming Hanedanı’nın başkentinin, Nanjing’den Pekin’e taşındığı 1420’de yapımı tamamlanan ve 8 kilometrekarelik bir alana yayılan saray; 1924’te tahta geçen son imparator Pu Yi de dahil, tam 24 imparatora ev sahipliği yapmış. Ziyarete açık bölümde, imparatorların kullandığı eşyalar, giysi ve mücevherler, hatta oyuncaklar bile sergileniyor. Konfüçyus felsefesini temel alan ve feng shui prensipleri doğrultusunda tasarlanan saray; yangın iyi etkilerine kendini açacak şekilde yüzünü güneye dönerek, kuzey steplerinde yaşayan düşmanlara da sembolik olarak sırtını dönmüş. Marco Polo da 1275’teki ziyaretinden sonra, hayranlığını gizleyemeyerek şöyle demiş: “Bütün şehir, bir satranç tahtası gibi, kareler halinde planlanmış!”


Potala Sarayı, Lhasa (Tibet)

Ortalama 4.000 metre yükseklikte, yani dünyanın çatısında yaşayan Tibetliler, Budizm’i 8. yy’da benimsemişler. Ancak 1950’lerdeki Çin Devrimi’nin ardından, bölgedeki manastırlar kısmen dağıtılıp, ülkenin ruhani lideri Dalai Lama sürgüne gönderilmiş. 1965’te Tibet’e özerklik verilse de, hükümetin sürekli Çinlileri yerleştirdiği başkent Lhasa’da, artık sadece her 10 kişiden biri Tibetli. Aslen bir din devleti olan Tibet, 14. Dalai Lama’nın sürgüne gitmesine dek, Lhasa sırtlarındaki Potala Sarayı’ndan yönetilmiş. Uzun süre bakımsızlığa terk edilen saray, 1994’te Dünya Kültür Mirası’na dahil edilince, restore edilerek ziyarete açılmış.


Teotihuacan kenti, Meksika

Mexico City’nin 50 km. kuzeydoğusunda yer alan Aztek şehri Teotihuacan, en azından Mısır piramitleri kadar etkileyici anıtlara ev sahipliği yapıyor. M.S. 250 ve 600 yılları arasında en parlak zamanını yaşayan şehir, o dönemde yaklaşık 125.000 kişilik bir nüfusa sahipti. İspanyol işgali öncesinde, Meksika’nın üçte ikisini, Belize ve Guatemala’nın tamamını, Honduras ile El Salvador’un bir bölümünü kontrol eden şehrin ismi ise, “tanrıların doğduğu yer” anlamına geliyor. Kentin önemli yapıları olan Quetzalcoatl Tapınağı ile Güneş ve Ay piramitleri, geometrik ve sembolik prensiplere göre dizilmiş.


Shwedagon Pagoda, Mvanmar (Burma)

1988’den beri ülkeyi yöneten askeri cuntaya ekonomik destek vermemek için, gezginlerin bir kısmı ülkeye adım atmamayı tercih etse de, Myanmar Asya’nın son keşfedilmemiş kalesi. Altın ülkesi olarak da anılan Myanmar’ın en ünlü Budist anıtı olan Shwedagon Pagoda’nın da altından yapılması şaşırtıcı değil. Karmaşık bir geometriye sahip olan stupanın üzeri, boydan boya altın plakalarla kaplanmış; bakışlardan uzaktaki en tepe noktası ise elmas, yakut, safir gibi değerli taşlarla süslenmiş. Değerli taş ticaretinin de önemli bir gelir kaynağı olduğu Yangon’daki Bogyoke Aung San pazarı da, zaten mücevherat üzerine yoğunlaşmış durumda.


The Banaue pirinç tarlaları, Filipinler

Filipinlerin en büyük adası olan Luzon’daki Cordillera dağlarındaki çeltik tarlaları, 2001 ‘den bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde… Çeltik tarlasının bu listede ne işi var, diye düşünebilirsiniz. Ancak pirinç tarımı yapılar bu teraslar, günümüzden tam 2.000 yıl önce Ifuago yerlilerinin ataları tarafından kazılmış. Deniz seviyesinden 1.300 metre yükseklikteki bu bölgede yer alan ve özel bir sulama sistemine dayanan tarlalar, bölgenin su kaynağı olan ormanların yok olmasıyla birlikte tehlike altında. Son 20 yılda ekonomik dengelerin ve üretim biçiminin değişmesiyle birlikte pirinç ekmeyi bırakan bazı köylüler de cabası… Bakalım, kimileri tarafından dünyanın sekizinci harikası olarak da gösterilen bu muhteşem teraslar, daha nesiller boyu hayatta kalabilecek mi?


Advertisement

Divriği Ulucamii, Sivas

Türkiye’nin en sıra dışı yapılarından biri olan Divriği Ulucamii ve Şifahanesi. Mengücekoğulları’ndan Emir Ahmet Şalı tarafından 1228’de inşa ettirilmiş. Caminin mekerleri, çok gelişmiş bir teknikle inşa edilmiş. Yapının üç taç kapısını süsleyen taş işçiliği ise döneminin ilerisinde bir hayal gücünü yansıtıyor. İnşası sırasında pek çok yapı ve taş ustasının çalıştığı cami: antik zamanlardan bu yana demir madenleriyle ünlü olan ancak günümüzde cansız bir kasabaya dönüşmüş Divriği’nin merkezinde bütün heybetiyle duruyor.


Nemrut Dağı

Kommagene Kralı I. Antiochus’un (M.Ö. 69 – 34) Nemrut Dağı’nın zirvesinde kurulu mozolesi, hâlâ gizemini koruyor. Büyük İskender’in imparatorluğu dağıldıktan hemen sonra, Anadolu’da kurulan krallıklardan biri olan Kommagene’nin bu başyapıtı, aynı zamanda Helenistik Dönem’in de en iddialı projelerinden biri. Mozolenin önündeki kutsal alanda, I. Antiochus’un Yunan ve Pers tanrılarıyla birlikte otururken tasvir edildiği heykeller sıralanıyor. Bu da, Kommagene krallığının, doğu ve batı kültürlerinin buluşmasının eseri olduğunun en büyük kanıtı. Günümüzde heykellerin başlan araziye yuvarlanmış. Antiochus’un henüz açılmamış mezarının neler gizlediği ise bilinmiyor…


Efes

Genellikle Türkiye’ye gelen turistlerin ajandasındaki ilk maddelerden biri olan Efes, restorasyonlar sayesinde önemli ölçüde ayağa kaldırılabilmiş nadir antik kentlerden biri. M.O. 11. yy’da İyonyalılar tarafından kurulan şehir sakinlerinin, koruyucu tanrıçaları Artemis için inşa ettikleri tapınak, antik dünyanın 7 harikası arasında gösterilir. Sütunları ve taşlan çeşitli binaların yapımı için sökülüp götürülen tapınağın yerinde, bugün sadece taban platformu seçilebiliyor. Celsus Kütüphanesi ile Romalılar döneminde inşa edilen Efes Yamaç Evleri’nin yanı sıra, birkaç km. ilerideki Selçuk’ta bulunan Efes Müzesi de görülecekler listesinde. Kazıyı sürdüren Avusturyalı arkeologlar, son olarak Efes’te antik çağın en büyük gladyatör mezarlığını buldular. Gladyatörlerin kemikleri üzerinde yapılan araştırmalar, yaşam tarzları hakkında önemli ipuçları içeriyor.


Akropolis, Atina

İstanbul için Ayasofya ne ise Atina için de Akropolis ve Parthenon Tapınağı aynı anlamı taşıyor. Atina’nın tam merkezinden yükselen bu dev kayalık, aynı zamanda kentin kuruluş yeri. İlk yerleşimin Neolitik çağa kadar uzandığı şehirde, günümüzden 2.500 yıl kadar önce, kentin altın çağını yaşadığı sıralarda üç önemli tapınak inşa edilmiş: Parthenon, Erechtheion ve Nike Tapınağı. Kent, Osmanlılar himayesi altındayken gerçekleşen Venedik kuşatması sırasında, Parthenon’un bir bölümü de bombalamadan nasibini almış. Ancak anıta asıl darbeyi vuran, İngiliz elçi Lord Elgin’in 19. yy’da tapınağın tüm frizlerini ve süslemelerini paketleyerek, British Museum’a satması olmuş. Yine de tüm ihtişamıyla Atina’yı taçlandıran Akropolis, Yunanistan’ın da simgesi.


Elhamra Sarayı, Granada

Endülüs bölgesinin mimari güzelliğiyle göz kamaştıran şehirlerden Granada’nın tamamı, ulusal anıt ilan edilerek koruma altına alınmış durumda. İspanya’nın masif dağ silsilesi Sierra Nevada’nın eteklerinde kurulu kentin en önemli anıtı ise bölgedeki Arap dönemimden kalan Elhamra Sarayı’dır. 1238 yılında, Nasrid emirleri tarafından temeli atılan Elhamra Sarayı’nın adı Arapçada Kızıl Kale anlamına geliyor. Cordoba’nın 1236’da Hristiyan orduları tarafından ele geçirilmesinden sonra, bölgedeki Arap hakimiyeti sona erse de, Kastilya krallarının hoşgörüsü sayesinde, Nasrid emirleri buradaki varlıklarını korumuşlardır. Böylece Granada, 1491’de Kral Ferdinand ile Kraliçe Isabella’ya bir antlaşmayla teslim edilinceye kadar… Elhamra’nın fantastik dekorasyonu ve avluları, hala dünyanın dört bir yanından gezginleri kendine çekiyor.


Sagrada Familia, Barselona

Barselona’nın dahi mimarı Antoni Gaudi’nin hayatının son 40 yılını adadığı eser olan Sagrada Familia’nın yapımı hâlâ sürüyor. Kentin en ünlü anıtı olan katedralin yapımına, aslında 1880’de başlanmış. Ancak proje sürerken, vakıf ile mimar arasında yaşanan bir anlaşmazlıktan sonra Gaudi, yepyeni bir planla devreye girerek inşaatı sürdürmüş. Gaudi’nin benzersiz mimari tarzı, doğadan esinlenen organik formları ve suyun akışkanlığını mimariye taşıyor. Binalarını tasarlarken, yerçekimi ve diğer fizik prensiplerini dikkate aldığı ve bunun için küçük deneyler yaptığı bilinen Gaudi, 1926’da bir tramvay kazası sonucu hayatını kaybedince, projeyi başka mimarlar devralmış. Sonuçta yapımı hala süren Sagrada Familia, Katalan dünyasının belki de en önemli simgesi.

Advertisement

Teatro alla Scala, Milano

Kent sakinleri arasındaki adıyla La Scala’nın, bir opera binasından çok katedrale benzediğini anlayabilmek için, opera hakkında fazlaca bir şey bilmeye gerek yok. Verdi’nin ün kazandığı, Maria Callas’ın kariyerinin zirvesine tırmandığı bu opera salonu, müzikseverler açısından gerçek bir sembol. Ayrıca her opera sanatçısının, günün birinde sahne almayı düşleyeceği nihai adres… II. Dünya Savaşı’nda müttefikler tarafından bombalanarak hasar gören opera binası, tadilat gördükten sonra 1946’da Toscanini’nin bir performansıyla açılmış. 2002’de de köklü bir restorasyon geçiren bina, 2004’te yeniden perdelerini açmış. Opera biletlerinin, ilk performanstan iki ay önce satışa sunulduğunu ve genellikle bir gün içinde tükendiğini düşününce, burada bir gösteri izlemek için şanslı olmak gerektiğini anlıyoruz.


Mont-Saint-Michel, Fransa

Bretanya ile Normandiya sahilleri arasındaki bir körfezde, kıyıdan yaklaşık 2 km. açıktaki sivri bir kayalığın üzerinde, dini bir yapı topluluğu etrafında gelişmiş bu köy, adeta üzerine kurulduğu kayalık ile bütünleşmiş. Gelgitin hissedilir derecede yaşandığı bu sahillerde, Mont-Saint-Michel bazen suyun üzerinde yüzüyor gibi görünüyor; bazen de kumların üzerine oturmuş bir gemiyi andırıyor. Adanın üzerindeki manastır kompleksinin Benedikt rahipleri tarafından kuruluşu, 966’ya uzanıyor. Fransa’nın en önemli ortaçağ şaheserlerinden olan ada, kolayca akıldan çıkmayacak bir silüete sahip.


Leave A Reply