Ortaçağ Tarihi Hangi Dönemi Kapsar ve Ortaçağ’da Dünyadaki Gelişmeler Nelerdir?

0
Advertisement

Ortaçağ hangi dönemi kapsar? Ortaçağ’da dünyadaki gelişmeler nelerdir? Ortaçağ’da ki devletler, tarihi olaylar, bilimsel ilerlemeler hakkında genel bilgi.

Ortaçağ

Ortaçağ; Avrupa tarihinde kabaca İS 5-15. yüzyıllar arasını kapsayan dilimin, gene Avrupa merkezli kronolojilerde 17. yüzyıldan beri kullanılan adıdır. Nesnel bir temelden yoksun olmamakla birlikte, son çözümlemede insanların öznel bilincinde biçimlenen bir kavramdır. Gerek bu nedenle, gerekse tarih metodolojisinin 20. yüzyılın ortalarına değin daha çok önemsediği siyasal gelişmeler ve kilise tarihinin olgularıyla 1950’lerden bu yana öne çıkardığı uzun erimli sosyoekonomik süreçlerin dönemeçlerinin tam çakışmaması yüzünden kesin başlangıç ve bitiş noktalarından söz edilemez.

Ortaçağ Ne Zaman Başlar ve Biter?

Ortaçağın nereden başlatılacağına ilişkin tartışmalar, ilkçağ uygarlığının özü ve bu uygarlığın sönüş anının saptanması üzerinde yoğunlaşır. Her ne kadar ekonomiye ağırlık veren en son araştırmalar (hukuki bir durum anlamında kölelikten farklı olarak) köleci üretim tarzının daha 2-3. yüzyıllarda silindiğine işaret ediyorsa da, Roma İmparatorluğu’nun bölünerek (İS 395) batı kesiminin Germen kabilelerinin yoğun akınına açılması ya da son Batı Roma imparatorunun düşüşü (476) gibi simgesel tarihler zihinlerdeki yerini korumaktadır.

Ortaçağın nerede bitirileceğine ilişkin olarak da çeşitli tarihler üzerinde durulur. Bir zamanlar Hıristiyan âleminde büyük şok yarattığına inanılan İstanbul’un fethi (1453); büyük coğrafi keşiflerle Atlas Okyanusu odaklı yeni dünya ekonomisinin oluşumunu etkileyen Kristof Kolomb‘un Amerika’yı keşfi (1492); kâr dürtüsü çevresinde örülmüş bir homo oeconomicus’un (iktisadi insan) biçimlenmesinde ve papalıkla olan otorite ilişkilerini kopararak merkezi monarşiler altında ulus-devletlerin yükselmesinde rol oynayan Protestanlık, Reform hareketi ve Din Savaşları (16. yy). Bu olayların hepsinin kapitalizmin şafağı kavramıyla iç içe olması tek tek etki ve yankılardan daha önemlidir. Böyle bakıldığında, Tanrı yerine bireyselleşen insanı temel alan bir düşünce tarzının gelişmesi ve aklın dinsel dogmaların zincirlerinden kurtulmasının başlangıcını temsil eden 15. yüzyıl Rönesansı da aynı ölçüde önemli sayılmalıdır.

Advertisement

Kavramın kökeni

Ortaçağ (ve klasik) kavramını ilk geliştirenler Antik dünyanın çöküşünü izleyen yüzyıllar ile kendi ortamları arasında duyumsadıkları karşıtlığı dile getirmeyi amaçlayan Rönesans düşünürleri oldu. Kuşkusuz Protestan Reformu’ndan önceki bin yılın insanlarında bir ortaçağlılık bilinci yoktu. 12-13. yüzyıllar gibi geç bir tarihte bile yalnızca birkaç kişi (örn. Petrarca) kötü bir zamanda yaşadıklarını düşünmüş, Roma İmparatorluğu‘nun gerilemesiyle üzerilerine çöken karanlığın Roma’nın “kendini bilmesi, kendine dönmeye başlaması” ile kalkabileceği kanısını yaymaya başlamıştı. Petrarca’yı izleyen İtalyan hümanistleri de, insanlık tarihinin doruğunu ifade ettiğine inandıkları kendi uygarlıklarının ilk örneği olarak Eski Yunan ve Roma’ yı gördüklerinden, o emsalsiz parlaklık ile kendi “yeniden doğuş”lan arasındaki dönemi “ortadaki çağ” diye horladılar.

Uygarlığın Eski Yunan ve Roma’daki içeriğinin Rönesans’ta yeniden canlandığı anlayışı bir gerçek payı içeriyordu. İlkçağda meta üretimi ve dolaşımı en ileri noktasına, Akdeniz havzasının köleci-ticari toplumlarında ulaşmıştı. Bu meta ekonomisi 4-9. yüzyıllar arasında belli bir gerilemeye uğradıktan (Batı Avrupa feodalizminin biçimlendiği sarsıntı ortamı yaşandıktan) sonra yeniden gelişti ve 14-15. yüzyıllardan başlayarak önce İtalyan kentlerinde, sonra bütün Batı Avrupa’da Eski Yunan ve Roma’yı da aşan bir özel mülkiyet düzeyini, daha çok bireyleşmiş bir insan tipini ve bu yeni insana özgü düşünüş ve davranış tarzını yarattı.

Hümanistler

Hümanistler, kendilerinin hangi süreçlerin ürünü olduğunu da açıklayan böyle kapsamlı bir çözümlemeden yola çıkmıyor, soruna daha yalın, daha ak ve kara terimlerle bakıyorlardı. Onlar için Eski Yunan ve Roma dünyası, ortak bir dinsel sistemin zorlukla bir arada tuttuğu bir Avrupa’dan daha güvenli, rasyonel ve anlaşılırdı. Klasik kültür ve öğrenimin canlanışı içinde yer aldıklarından, bin yıllık karanlık dönem düşüncesi kendi çalışmalarını yüceltmeye yarıyor, böylece kendilerini ortaçağdan ayırıyorlardı. Buradaki kesin kopuş ve topyekûn süreksizlik anlayışı son derece aşırı boyutlara vardı.

Örneğin skolastik filozofların Aristotelesçi mantığına çatarken ihtiyatlı bir sınırlılık içjnde kalan Petrus Ramus’tan önce büyücülüğün ve astrolojinin bir ara yeniden ilgi görmesi bile ortaçağın süregelen etkisine değil, o “karanlık, barbarlık ve sefalet” yüzyıllarından sonra Antik Çağın yeniden keşfine bağlandı. Giorgio Vasari Vite d’ pıû eccellenti architettipittori, et scultori italiani… (1550; Ünlü İtalyan Mimar, Ressam ve Heykelcilerin Yaşamları…) adlı ilk modern sanat tarihinde Giotto’yu, insanları cansız kuklalar olmaktan kurtardığı ve onlara bireysel tutkular yüklediği için, klasik ideallere dönüp karanlık çağlardan sıyrılışı gerçekleştiren ressam olarak övdü. Sonunda Keller adlı bir 17. yüzyıl Alman bilgini, Rönesans öncesine Latince medium aevum diyerek, yaklaşık 1500’den beri çoğu okumuş kişinin paylaştığı özlü bir formüle döktü.

Ortaçağa olumsuz yaklaşım bununla bitmedi; Fransız “filozoflar”ın ve Aydınlanma’nın yargılarında, ünlü İngiliz tarihçi Edward Gibbon’ın ve liberal iktisatçı Adam Smith‘in değerlendirmelerinde de sürdü. Temsil ettikleri burjuva sınıfının da adım adım ortaçağın bağrında oluştuktan sonra ortaçağı yıkmaya giriştiğinin farkında olmayan bütün bu düşünürler, devrimci bir dönemde yaşadıkları için hep ortaçağın yadsınmasını temel alıyor, feodalizmi insanlık tarihinde kendine özgü bir yeri, belirli bir maddi temeli ve gelişme yolu olan bir aşama olarak değil, her nasılsa ortaya çıkmış bir hilkat garibesi ve mutlak durağanlık dönemi gibi görüyorlardı.

İlkçağdan feodalizme geçiş ve erken ortaçağ

Bütün bu olumsuz değerlendirmelere karşın, ortaçağ çok büyük toplumsal, siyasal, kültürel ve sanatsal değişimlerin ağır ağır biriktiği, hümanistlerin Rönesans’ını da ortaya çıkaran büyük dönüşümün tohumlarının atıldığı bir binyıldı. “Erken ortaçağ”, “yüksek ortaçağ” ve “geç ortaçağ” başlıkları altında incelenebilecek olan bu gelişmeler 1) Antik dünyadan ortaçağa geçiş; 2) feodal üretim tarzıyla ilgili iç ve dış dinamikler sonucu Avrupa’da uygarlık alanının genişlemesi ve yaşama gücüne sahip, uzun ömürlü ulusların yan yana oluşması; 3) üretici güçlerin süregelen ilerlemesiyle kapitalizme geçişin maddi koşullarının hazırlanmasını kapsayan, kabaca üç aşamada gerçekleşti.

Advertisement

Bugün aynı üretim tarzına dayalı, ama somut üstyapı özellikleriyle farklı çeşitleri olabileceği bilinen feodalizmin Batı Avrupa’daki karakteristik çehresi, kendinden önceki büyük ve örgütlü devlet yapısının genel krizi ortamında oluştu. Roma’nın zamanı için çok ileri merkezî yapısının birbiriyle bağlantılı dayanakları vardı. Çevresi uzun süre görece boş, yani önemli nüfus yoğunlukları ile tehlikeli rakip güçlerden uzaktı. Akdeniz ticareti için gerekli güvenliği ve latifundium’larda gerçekleştirilen, köle emeğine dayalı, geniş çaplı meta üretiminin gereksindiği pazarları sağlayabilmişti. Bu sayede kendi vergi mekanizması, bürokrasisi ve lejyonlarının parasal önkoşullarını da yaratmıştı.

İS. 3. yüzyıldan sonra bu dayanakların hepsi sarsıntıya uğradı. Coğrafi bakımdan kontrol edilebilir sınırlarına dayanan ve Ren-Tuna çizgisinin ötesinde ciddi Germen tehlikesiyle karşılaşan imparatorluğun önce yayılması durdu; ardından fetihler tersine döndü ve Kavimler Göçü (Völkerwanderung) denen büyük yer değiştirme karşısında sınırlar savunulmaz hale geldi. Askeri zaferlerin getirdiği bol ve ucuz köle kaynaklan kurudu. Sürekli barbar akınları yüzünden ticaret yollarının güvenliği kalmayınca para kıtlaştı, kent yaşamı geriledi, köle vardiyaları aracılığıyla işlenen latifundium” ların pazarları da ortadan kalktı.

Kırsala Göç

Alışverişin büyük ölçüde sönmesi sonucu tüccar ve zanaatçıların bile kırsal kesime göç etmeleri ve Roma yüksek aristokrasisinin villa’larına (malikâne) sığınmaları, bundan böyle yalnızca yönetim ve din işlerinin yürütüleceği kent merkezlerine, bütün erken ortaçağ boyunca kurtulamayacakları birer ıssız müstahkem mevki görünümünü kazandırdı. Gene bu yüzden Roma toprak vergisi, bazen savunulduğu gibi Merovenj hanedanının sona ermesiyle değil, daha imparatorluk zamanında her yerde nakit olarak toplanamamaya başladı. Bu durum imparatorları belirli yörelerde vergi toplama hakkını asker besleme yükümlülüğü karşılığında büyük toprak sahiplerine devretmeye zorladı.

Vergi Sorunu

Böylece merkezi kamu yetkileri paylaşılmaya, fief dağıtım sistemlerinin evrensel dinamikleri Roma’nın son yüzyıllarında belirmeye başladı. Buna koşut olarak toprak üzerindeki dolaysız üreticilerin konumu da değişti. Bir yandan imparatorlar devletin gitgide daha pahalı hale gelmesi, nüfusun ise seyrelmesi ve tarım arazisinin boş kalması eğilimi karşısında vergi kaçaklarını önlemek için kamu hukuku aracılığıyla özgür köylüleri toprağa bağladılar. Bu kolonlar da kısa zamanda kendilerinden ayrı vergi toplamaya ve küçük silahlı maiyetler besleyerek yerel güvenliği sağlamaya yetkili büyük toprak sahiplerine kişisel bağımlılık içine düştüler. Öte yandan, yüksek aristokratlar artık ekonomik rantabilitesini yitiren vardiya tipi köleci üretimden vazgeçip eski kölelerini bir ev ve bir tarla parçası vererek toprağa yerleştirmeye koyuldular.

Toprağa bağlı ve efendilerine bağımlı, yarı-özgür bir köylülük genel kategorisi de, henüz Frank-Germen özgür köylülerinin sertleşmesi sürecinin dışında, bu iki kanaldan uç verdi. Roma’nın egemenliği altındaki bütün Batılı kavimlerde kendilerini hükümdarın otoritesinden daha iyi koruyabilecek yerel güç odaklarına bağlanma eğilimi yaygınlaştı ve yalnızca köylüleri aristokrasiye değil, küçük toprak sahiplerini de büyüklerine bağlayan, kademeli bir bağımlılık ilişkileri hiyerarşisi doğdu. Buna koşut olarak imparatorluğun parlak dönemindeki bütün yönetsel altyapı, karayolları ağı, posta sistemi, denizyolları ve limanlarla birlikte sanat ve bilim de çürümeye yüz tuttu. İç doku giderek gevşekleşirken, devletin basit varlığı bir dış kabuk olarak kaldı.

Önce Vizigot şefi Alaric’in 410’da Roma’yı yağmalaması, yüzyılın ikinci yarısında ise Ostrogotların indirdiği son darbelerle bu kabuğun da yırtılması, imparatorluğun ve Akdeniz’in doğusu ile batısı arasında anlamı ve sonuçları sürekli tartışılan büyük yol ayrımını doğurdu. Doğu’da Bizans imparatorluğu birkaç yüzyıl süren bir başkalaşım ve devamlılık gösteren devlet yapısı içinde Antik bir sosyoekonomik formasyondan feodal üretim ilişkilerinin netleştiği bir formasyona, çoktanrılı eski Roma dininden Hıristiyanlığa, ilkçağ bürokrasisi ve ordusundan ortaçağ teokrasisi ve ordusuna geçişi gerçekleştirdi. Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin içinde yükseleceği tarihsel mekânı biçimlendiren bu köprü yeniçağa değin uzandı.

Batı Roma İmparatorluğu’nun Sonu

Buna karşılık Batı Roma İmparatorluğu’ nun erken ve kesin sonu, Roma ve Germen kurumları arasında belki daha özgür bir sentezi olanaklı kıldı. İmparatorluğun bıraktığı göreli boşluğa merkezî bir plan ve yönetimle değil, her biri kendi irsi şeflerinin önderliğinde dağınık kavimler halinde giren Germenler ayrı barbar krallıkları kurdular. Germen askeri aristokrasisi ile kabilelerin tabanındaki köylülerin farklılaşmasının yarattığı özgün proto-feodal kurumlar (serflik ve vasallık başlangıçtan), istilaya uğrayan Roma arazisinde zaten başlamış olan feodalleşmeye denk düştü.

Üretim tarzındaki bu soyut örtüşme ve devamlılığa karşılık, somut tarihsel sınıflar Roma’nın enkazından çok, Germen kabile toplumundan taze kan alarak oluştu. Frank köylüleri Karanlık Çağlar denen özel geçiş döneminin (5-8. yy) başında henüz silahlı ve özgürdü, ama gelişen teknolojinin savaş ve donanım giderlerini küçük çiftçiler için dayanılmaz kılmasının da hızlandırıcı etkisiyle bu dönemin sonlarında silah taşıma ve kullanmaları yasaklanmış, toprağa bağlı kılınmışlardı.

Üzerlerinde yükselen topraklı aristokrasi ise, eski kabile şeflerine kandaşlık ilişkisiyle değil kişisel sadakatle bağlı maiyetlerin silah tekelini kendilerinde toplaması, yararlıkları karşılığında kral tarafından arazi dağıtımıyla ödüllendirilmesi ve belirli hiyerarşiler içinde örgütlenmesiyle biçimlendi. Böylece dolaysız üretici sınıfa, köle ve özgür köylü kökenli Roma kolonlarının yanı sıra Germen özgür köylülerinin toprağa bağlı ve beylere bağımlı kılınmışlığı damgasını vurdu.

Roma senatörler zümresi

Öbür uçta yer alan egemen lordlar, senyörler, şövalyeler sınıfı ise köle ve latifundium sahibi Roma senatörler zümresinin kalıntılarını da içinde eriten comitatus ya da Gefolgschaft adlı silahlı maiyetler ile onların biraz daha yerleşik biçimi olan antrustion adlı saray muhafızı örgütlerinden beslendi. İstila eyleminin dağınık karakteri nedeniyle bu sınıflaşma tek ve büyük bir siyasal organizmada değil, birbirinden bağımsız küçük krallıklarda gelişti. Eski Yunan ve Roma’nın soyut kamu kavramına dayalı kurumlaşmış iktidar anlayışından yoksun Germen önderlerinin, bir savaşçı grubunun başında ele geçirdikleri toprakları yalnızca çıkar sağlayacak bir yurtluk, devleti de gereğinde paylaşılacak bir aile mülkü gibi görme geleneği de yeni yasallık hiyerarşilerinin ademi merkeziyetçi niteliğine katkıda bulundu.

Advertisement

Bu kralların hepsi merkezi yönetimden habersiz değildi. Yüzyıllar boyu bitişiğinde yaşadıkları, savaştıkları, ticaret yaptıkları, hizmetine girdikleri, hayran kaldıkları imparatorluk düşüncelerini hâlâ etkiliyordu. Charlemagne’ın inşasına giriştiği yeni devlet Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu adını alıyor. Latince öğrenimini canlandırıyor, para basıyor, yerel soyluları çeşitli adlar taşıyan merkezi görevliler (örn. missi dominici) aracılığıyla denetlemeye çalışıyordu. Ama barbar hükümdarlar, son çözümlemede parasızlık yüzünden, Roma imparatorlarının karmaşık kamu yönetimi mekanizmasını yeniden işletemediler. Belirli yörelerin sertlerinden vergi-rant yükümlülüklerini yerinde toplama hakkını bağışladıkları fief sahiplerinin bu topraklan mevrus mülke dönüştürme, üzerlerinde şatolar yapma, özel ordular kurma, yargı hakkını ele geçirme ve bağımsız iktidar odaklarına dönüşmelerini frenleyemediler.

Sonuçta tek gerçek zenginlik kaynağı olan toprağı irsi fief ler halinde ellerinde tutan asker soylular sınıfına, o toprağı işleyen bağımlı köylülerden angarya (emek-rant), mahsulden pay (ürün-rant) ve nakdi ödemeler (para-rant) biçiminde bir artıürün aktarımı gerçekleşti. Bu sosyoekonomik yapı üzerine siyasal düzlemde, kamu otoritesinin iyice bölünmüşlüğü yerleşti. Ortaçağ uygarlığının son önemli özelliğini de ideolojik üstyapıların egemen dinsel karakteri oluşturdu.

Kilise ve devlet

Araplarda İslamın hem bir devlet dinini, hem de bir din devletini ifade etmesine karşılık, Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun bağrında, yani devletin zaten var olduğu bir mekânda belirmişti. İlk başta siyasete karışmamaya, kamusal otoriteye meydan okumamaya özellikle dikkat edişi de Hz. İsa‘nın “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin”, (“Kayserin şeylerini Kaysere ve Allahın şeylerini Allaha ödeyin.” Matta 22:21) sözüne yansımıştı. İlkçağ sona ererken durum tersine döndü. Roma’nın çöküşü kiliseyi uzunca bir süre tek örgütlü, okuryazar toplumsal güç konumunda bıraktı. Bu yüzden Avrupa ortaçağda, siyasal yapılardan kaynaklanmayan bir birliği inanç aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışmanın karışık ve çelişkili sonuçlarına sahne oldu.

Kısa ömürlü Karolenj hanedanının ardından Avrupa’nın Hıristiyan âlemi denen tek bir büyük kilise-devlet olarak kavramlaştırılması bu gereksinim ve çabadan doğdu. Kurama göre, bu âlemi yöneten iki ayrı erk sahibi kesimin (Latince sacerdotium: “kutsama yetkisi”; imperium: “yürütme yetkisi”), insanlığın manevi ve dünyevi gereksinimlerine eğilerek birbirlerini tamamlamaları gerekiyordu. Bu alanların ilkinde en yüksek yetki papaya, ikincisinde de artık yalnızca Almanya ve İtalya’yı gevşek bir birlik içinde kapsayan Kutsal Roma-Germen imparatorlarına ait olmalıydı. Uygulamada ise bu iki kurum sürekli çatışmaktan, birbirlerini kollamaktan, bazen açıkça savaşmaktan geri durmadılar. İmparatorlar ve krallar kendi ülkelerinde piskopos ile öbür din görevlilerinin atanması üzerinde hak iddia ettiler ve doktrin tartışmalarına karıştılar.

Katolik Kilisesi

Katolik Kilisesi de yönetimindeki kentler ve ordularla başlı başına bir devlet olduğu gibi, İtalya sınırlarının çok ötesindeki Almanya, Fransa, hatta İngiltere’nin iç politikasında varlığını duyurdu. Örneğin Papa III. Innocentius, savaşan krallar arasındaki anlaşmazlıklarda, “günah işlenmesi olasılığına dayanarak” (pro ratione peccati) uzlaştırma yetkisine sahip olduğunu öne sürdü. Başka papalar aforoz silahını etkili biçimde kullandılar ve imparatorları tahttan indirme hakları olduğunu bile savundular. Hıristiyanlığı resmen benimseyen ilk Roma imparatoru olan I. Constantinus’un (Büyük) bütün Batı Roma’yı kiliseye bağışlamış olduğu yolundaki 6. yüzyıl söylencesi 11. yüzyılda papalık tarafından doğru kabul edildi ve 12. yüzyılda ortaya çıkarılan, ama daha sonra sahte olduğu anlaşılan bir belgeyle bu iddia desteklenmeye çalışıldı.

Din, üretim etkinliğinin yanı sıra günlük yaşantıda geleneklere ve göreneklere, tören ve ritüellere son derece bağlı olan ortaçağ düzeninin hemen her yerde temel ideolojik dayanağı oldu. Toplumun “savaşanlar” (pugnatores), “dua edenler” (oratores) ve “çalışanlar” (laboratores) olarak, farklı açılardan birbirine hizmet eden üç sınıfın organik birliğinden oluştuğu kuramını ortaya atan kilise, sertlerin alın terinin askeri ve dinsel aristokrasiye aktarımını bu yolla kutsamanın ötesinde, toplumsal üretim ilişkilerini tanrı düzeni gibi göstererek dokunulmaz kılıyordu. Ortaçağ uygarlığını ileri taşıyan gelişmelerin bir noktadan sonra örgütlü dini hedef alması da temelde bu yüzdendi.

Kentler ve meta üretimi

Uzun vadede kapitalizmin doğuşuna olanak veren koşulların neden önce Avrupa’da gerçekleştiği çok tartışılmıştır. Ortaya atılan kuramların birçoğunda, Batı Avrupa feodalizminin başlangıçta büyük bir zayıflık gibi görünen ademi merkeziyetçi yapısının zamanla üstünlüğe dönüşmesi olasılığı vurgulanır.

Germen ağırlıklı özgül oluşumu yüzünden hemen tümüyle kırsal bir karaktere bürünen Avrupa feodalizminin dağınık iktidar odakları arasındaki boşluklarda fazla önemsenmeyen kentler, Asya imparatorluklarındakinden çok farklı bir hukuksal vs yönetsel özerklik kazanabildiler. Avrupa dışından kaynaklanan istilaların yol açtığı büyük karışıklıklar 10. yüzyıl sonlarına doğru durulup bireysel lordlar ile köylüler arasındaki karmaşık etkileşim 11-12. yüzyıldan sonra önemli verimlilik artışlarını beraberinde getirdiğinde kentler de bu tarımsal üretim fazlalarıyla beslenerek canlandı. Hem zanaat ürünlerini serilerin mahsulüyle yerel ölçekte değişen, hem de yükte hafif, pahada ağır lüks malları konu alan uzak mesafe ticaretini yürüten yeni bir tüccar sınıfı, feodal aristokrasinin olası ağır vergilendirmesinden kaçınarak boy attı ve sermaye biriktirmede görece özgür kaldı.

Kentlerin özerkliği

Kentlerin özerkliği senyör baskısından kaçarak kendilerine sığınan serflerin topraklarına iadesini de zorlaştırdı ve son çözümlemede aristokrasinin köylülere genişletilmiş yeniden-üretim olanaklarını tüketecek bir aşırı-sömürü uygulamamasına katkıda bulundu. Başka bir deyişle, her zaman feodal üretim tarzının bir parçası olan kent zanaatları ve ticaretinin tarihsel bir özgüllük olarak siyasal özerklikten yararlanabilmesi, piyasa için üretime daha elverişli bir zemin hazırladı. Aynı doku gevşekliği yüzünden bir sonraki aşamada lonca örgütlerinin direnişiyle karşılaşan tüccarlar eve iş verme sistemiyle köylü ailelerini kapitalizmin yörüngesine daha fazla çekebildiler.

Maddi temeldeki bu gelişme, önce 12. ve 13. yüzyıllarda gotik sanatta ifadesini bulan yüksek ortaçağ kültürünü yarattı. Ardından İtalyan kent devletleri ile İspanya, Fransa ve İngiltere’nin ulusal monarşilerinde hem piyasa genişledi. Hem de serpilen burjuvazi kent ve ülke parlamentolarında temsil edilmeye başladı. Ekonomik bakımdan nakit bollaşmasına, yürütme bakımından ise sürece katılım hakkı karşılığı burjuvazinin desteğine dayanan bir vergi ve borçlanma düzeni. Gene bu sayede sağlanabilen ateşli silahlar, merkezi krallıkların yükselişinin ayaklarını oluşturdu. Büyük coğrafi keşif seferlerinin giderlerini de yüklenen merkezi krallıklar sonraki kapitalist gelişime, iç pazarların bütünleşmesi ve uluslaşma açısından önemli birikimleri miras bıraktı.

Doğu toplumlarında ortaçağ sorunsalı

Kapitalizmin gelişmesinde başa geçen Avrupa uygarlığının böylece yeni dünya sisteminin odağına oturması bilinçlere de yansıdı. 19. yüzyılda, yeryüzünün sömürgeleştirilmiş ya da sömürgeleştirilmenin eşiğindeki ülkelerini “tarihsiz halklar” olarak gören Batı merkezli bir tarih bilimi doğdu. İlkçağ, ortaçağ, yeniçağ ve yakınçağ tanımları hep bu çerçevede oluşturulduğu gibi. Feodalizm de ilk ağızda, bütün özgüllükleriyle birlikte doğrudan doğruya Batı Avrupa ortaçağının somut çehresi olarak alındı. 20. yüzyılda ve özellikle II. Dünya Savaşı’ndan bu yana azgelişmiş ülkelerin uyanışı. Üçüncü Dünya’nın siyasal bağımsızlığına kavuşması. Batı hegemonyasının tarihsizleştirdiği halkların kendi tarihlerini keşfinin de önünü açtı. Bu kapıdan geçen çağdaş sosyoekonomik tarihçilik, antropoloji ve sosyoloji. Akdeniz havzasından farklı olarak köleci üretim tarzının başat olduğu bir dönemin belki hiç yaşanmadığı Asya’da. İlkçağ-ortaçağ ayırımının bambaşka bir tarzda ele alınması gerektiğini ortaya koydu.

Advertisement

İÖ 1000-İS 1000 arasında Orta Asya’da göçebe ve kabilesel bir yaşantı ölçüleri içinde belirli bir katmanlaşma evrimi geçirdikten sonra. 11-13. yüzyıllarda dalgalar halinde yerleşik bağımlı köylü tarımına ve devlete sıçrayan Türklerin bundan sonraki tarihi de Avrupa’ya özgü dönemlendirmenin kalıplarına sığmaz. Osmanlı Devleti’nin varlığı geç ortaçağda başlar, yeniçağı aşar, yakınçağda biter. Oysa toplumsal yapılar ve sosyoekonomik gelişme düzeyi anlamında ortaçağ koşullarının günümüzün pek çok azgelişmiş ülkesi için hâlâ sona ermediği görülebilmektedir.


Leave A Reply