Takvim ve Zaman Hakkında Bilgiler ve Kültürümüzde Takvim ve Zaman

0
Advertisement

Bu makalede, takvimlerin nasıl çalıştığını, farklı kültürlerde zaman algısının nasıl şekillendiğini ve Türk kültüründe takvim ve zamanın önemini öğrenin. Takvimlerin tarihçesi, kullanımı ve toplumumuzdaki yeri hakkında detaylı bilgiler burada!

takvim

Kaynak: pixabay.com

Her yıl ocak ayının l’inde yeni yıla gireriz. Duvarlara yeni takvimler asılır. Biri size: “Bugün ayın kaçı?” diye sorunca, bilmiyorsanız, takvime bakarsınız. Diyelim, gelecek hafta perşembe gününün ayın kaçına geldiğini öğrenmek istiyorsunuz; küçük cep takviminize başvurursunuz. Demek oluyor ki, takvim her günkü yaşayışımızda çok önemli bir yardımcımız.

Zamanı yıllara, aylara, haftalara, günlere bölerek hesap eden cetvellere takvim denir. 1 yıl 365 gündür. 1 yılda 12 ay vardır. Her ay 30, ya da 31 gün sürer; yalnız şubat 28 gündür; dört yılda bir de 29 gün sürer. 1 gün 24 saattir. 1 saat 60 dakikaya, 1 dakika 60 saniye’ye ayrılır.

Çok eski çağlarda insanlar zaman kavramı olarak ancak gece ile gündüzü biliyorlardı. Daha sonraları Ay’ın Dünya çevresinde dönerken aldığı şekiller dikkati çekti. Bundan da önce ay, sonra da yıl kavramları ortaya çıktı. Dünya’nın, Ay’ın Güneş çevresinde dönüş süreleri kesinlikle saptandıktan sonra da bu hesaplara dayanılarak takvimler yapıldı.

Yeryüzünde ilk takvimi günümüzden 6300 yıl önce eski Mısırlılar’ın kullandığı anlaşılıyor. Mısırlılar’dan sonra, Mezopotamya’da yaşayan Babilliler de takvim kullanmışlardır. İskender’in kumandanlarından Selevkus’un Babil’e girdiği 311 yılı bu takvim için başlangıç olarak alınmıştı. Bu takvimde yılbaşı nisandı.

ESKİ TÜRKLERDE TAKVİM

Türkler, İslamiyeti kabul etmeden önce, Milad’ın ilk yıllarına rastlayan dönemden başlayarak, ayrı bir takvim kullanmışlardır. Bu takvim 12 yıllık bir döneme göre düzenlenmişti. Her döneme bir hayvan adı veriliyordu: Fare, sığır, pars, tavşan, balık, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek, domuz. Aylar da «birinci ay», «ikinci ay» gibi, sayılarla anılırdı. Bu takvimi önce Göktürkler kullanmış, onlardan da Uygurlar’a geçmiştir.

Advertisement

Araplar Ay’ın Dünya çevresindeki dönmesine dayanan bir takvim kullanırlar. Buna, kamer (ay) sözünden üretilerek kameri, ya da arabi takvim denir. Bu takvimde tarih başlangıcı olarak Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesi alınmış, bundan türetilerek, hicri takvim de denilir. Bu takvimde aylar 29 ya da 30 gün olduğu için, 12 ay (1 yıl), 365 gün değil, 355 gün eder. Şeker Bayramı, Kurban Bayramı gibi dini bayramlarımızın her yıl bugün kullandığımız takvimle 10 gün önceye gelmesi bundandır.

Eskiden bizde de hicri takvim kullanılırdı. Sonra, güneş yılına göre düzenlenmiş takvim kullanılmaya başlandı. Buna rumi takvim adı verildi. Bu takvimde tarih başlangıcı gene hicri (arabi) takvimin başlangıcı üzerinden hesaplanıyordu. Yalnız, iki takvim arasında 10 günlük fark olduğu için, yılların tarihi arabi takvimden 2 yıl ileri oluyordu.

Cumhuriyet devrimimizle birlikte, bütün bu karışık zaman ölçme düzenleri değiştirildi, biz de bütün Batı dünyasının kullandığı takvimi benimsedik.

Bugün dünyanın hemen her yerinde kullanılan bu takvim Güneş’in Dünya çevresindeki dönüşü üzerine kurulmuştur. Dünya bu dönüşünü, gerçekte, 365 gün, 5 saat, 48 saniye, 46 salisede tamamlar. Yalnız, hesabı kolaylaştırmak için, bu süre 365 gün olarak kabul edilmiştir. Böylece, biz bir yılı 6 saat kadar eksik hesap ediyoruz demektir. Bu eksiklik de dört yılda (6×4 =) 24 saat eder. İşte bunun için, her dört yılda bir yıla bir gün eklenir, 28 gün olan şubat 29 gün olur. Böyle 366 günlük yıla artık yıl denir. Sayısı 4’le kesirsiz olarak bölünebilen her yıl «artık yıl» demektir. Örnek: 1976: 4 = 494. Demek ki 1976 yılının şubat ayı artık yıldır; şubatı 29 gün çekecektir.

İSTANBUL’DA DENİZ DONMUŞTU

Yılbaşıyla birlikte kış da başlar. Mevsimler bakımından kış başlangıcı 22 aralıksa da yurdumuz ılıman bir iklimde olduğu için bizde kış, daha çok, ocak ayında başlar. Bu aya da, bunun için «ocak» denilmiştir. Kışın en azılı soğukları ise şubatta görülür; martta bile çok soğuk günler olur.

Bilirsiniz, sıcaklık sıfırın altına düşünce sular donar. Bu arada, göllerin yüzeyini de buz kaplar. Yalnız, dere, çay gibi akarsular, engin, akıntılı denizler, genellikle, donmaz. Bununla birlikte, öyle şiddetli soğuklar olur ki deniz de donar, istanbul gibi kışı oldukça hafif geçen ilimizde bile Boğaz’ın, Haliç’in donduğu olmuştur. Tarihlerimizden öğrendiğimize göre, Haliç şimdiye kadar iki kere donmuştur. Birincisi 24 ocak 1621’de; ikincisi de 11 ocak 1755’te. Boğaz da, Haliç’in ilk donuşundan 16 gün sonra, 9 şubat 1621’de donmuştur. O çağlarda ısıölçer (termometre) olmadığı için, ısının sıfırın altında kaça düştüğünü tarihler yazmıyor.

Advertisement

İstanbul’da deniz donunca ahali karşıdan karşıya, buzların üzerinden yürüyerek geçmiş. Bu arada, işleri olmadığı halde, sırf denizin üzerinden yürümüş olmak için, Haliç’in iki yakası arasında gidip gelenler, Sarayburnu’ndan Üsküdar’a yürüyenler çok olmuş. Şair Necati bu olayı anlatan bir şiirinde şöyle diyor:

«Belki dünya kurulalı böyle kış olmadı. Üsküdar’la İstanbul arası baştan başa dondu. Denizin yüzünü gören çöl sanırdı. insanların deniz üzerinde sanki karada yürür gibi gezdiklerini kim görmüştür ki! insanın ağzında soluğu donuyordu. Soğuktan nice yaratıklar öldü.»

O ay, denizin buz kaplaması yüzünden, limana gemiler de giremediği için kıtlık başlamış, yiyecekler kat kat pahalılanmıştı.


Leave A Reply