Türk Tiyatrosu Hakkında Bilgi, Türk Tiyatrosu Tarihi ve Gelişimi

0
Advertisement

Türk tiyatrosu ile ilgili olarak genel bilgiler. Türk tiyatrosunun tarihi ve gelişimi ile önemli sanatçıları hakkında bilgiler.

Türk Tiyatrosu Hakkında Bilgi

TÜRK TİYATROSU, bütün öteki sanatlarımız arasında tarihi en yeni olanlarından biridir. Bu tarih, aşağı yukarı, 150 yıllık bir sınır içerisindedir. Ondan önce Türkiye’de seyretmek, dinlemek suretiyle yaşanılan eğlence ve sanat dalı yetersiz birtakım oyunlardan ibaretti. Bugünkü anlamı ile tiyatronun yurdumuza girişine kadar «seyir ihtiyacı»nı karşılamaya çalışan bu oyunları üç bölümde özetleyebiliriz:

Karagöz ve Hacivat

Çeşitli tipleri, öküz, ya da deve derisinden özel usullerle yapılmış şekilleri canlandıran bir hayal oyunudur. Bu şekiller eskiden «şem’a» denilen bir ışığın önünde, gergin, küçük bir perdeye yansıtılır, perdenin öbür yanında oturanlar bunu seyreder. (Bakınız : Karagöz)

Karagöz oyununun demirbaş tipleri olan Karagöz, pratik zekâlı halk tipini; Hacivat ise medrese kültürü etkisindeki yarım aydını temsil eder. Bunların çevresinde toplum içindeki çeşitli kişilikleri canlandıran daha başka tipler bulunur. Belli konulardan meydana gelmiş bir repertuvarı bulunan Karagöz oyunu, XV. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar Osmanlı sarayından köy kahvelerine kadar yayılarak büyük rağbet görmüş bir sanat dalıdır. Hiciv ve mizah havası içinde bazı eğitici yönleri de bulunan Karagöz oyunu, Türk halk sanatının en canlı kollarından biridir.

Orta Oyunu

 Kesin olarak ne zaman meydana geldiği, kimin eseri olduğu bilinmeyen orta oyunu, hayal ve şekilden ibaret olan Karagözün, canlı kişilere uygulanmış değişik bir şekli sayılabilir. Daha çok XX. yüzyılda, İstanbul’da yayılıp gelişmiştir. Bahçelerde, büyük avlularda, halka olmuş seyircilerin ortasında oynanır. Dekorsuz bir tiyatrodur. Bütün dekoru «yeni dünya» denilen bir paravana ile bir «şakşak»tan ibarettir. Karagöz tipi burada «kavuklu», Hacivat tipi de «Pişekâr» olarak canlılaşmıştır. «Zenne», genç kadın tipidir; kılık değiştirip yaşamaya bürünen bir erkek tarafından oynanır. Öteki tipler de Karagözdekilere benzer. Orta oyunu, en parlak devrini XIX. yüzyıl sonlarında yaşamış, Apti, Hamdi, Asım gibi sanatkârlar yetiştirmiş, sonra tulûat tiyatrosu içine karışmıştır.

Meddah

«Meddah» kelimesi; «metheden, öven» anlamına gelir. Anadolu Selçukluları zamanında sultanları, büyükleri şiirlerle, kasidelerle öven kimselere «meddah» denirdi. Bir süre sonra bırakılan bu meslek, yüzyıllarca sonra tamamen değişik bir nitelikte yeniden meydana çıktı. Gene XIX. yüzyılda gelişen meddahlık, taklitli hikâyeler anlatarak halkı güldürüp eğlendiren bir monologculuktur. Ellerindeki sopa, mendil meddahların yardımcı araçlarıdır. Meddahlık alanında ün kazanmış kişilerden Meddah Aşkî ile Meddah Süruri, başta gelir.

Advertisement

Bugünkü Tiyatroya Doğru

Eski Türk tiyatrosu sayılacak bu üç oyun ve sanat dalını böylece özetledikten sonra gerçek tiyatronun yurdumuza ne zaman, nasıl girdiğini inceleyelim:

Bir söylentiye göre Türkiye’de, çok küçük ölçüde, ilk tiyatro XVIII. yüzyıl sonlarında III. Selim zamanında görülmüştür. İstanbul’daki Fransız elçiliğinde, belki de birkaç amatör tarafından düzenlenmiş bir temsile padişahın da gittiği söylenir. Bu ilk denemeden sonra, daha başka elçilikler de, bazı önemli günleri dolayısıyla, memleketlerinden birtakım küçük, toplu tiyatro kumpanyaları getirtirlerdi. Bu, zamanla, İstanbul’daki yabancı aristokrat çevreler için bir âdet haline geldi. XIX. yüzyıl başlarında ticaret ve başka sebeplerle Türkiye’ye gelen yabancılar, Beyoğlu yakasında hayli kalabalık bir topluluk teşkil etmişlerdi. Önceleri yalnız elçiliklerin daveti ile gelen Avrupalı tiyatro kumpanyaları, sonraları Türkiye’ye kendiliklerinden turneler tertip etmeye başladılar. Kendi dillerinde temsil veren bu tiyatroların bazılarına XIX. yüzyıldan başlayarak, o dilleri bilen bir kısım Türk aydınlarının da rağbet göstermesi bazı müteşebbisleri harekete geçirdi. Bu müteşebbisler, yabancılar için getirttikleri kumpanyaların, oyunlarını gereği gibi gösterebilmeleri için, bir yandan İstanbul’da ilk defa salonlar yaptırırlarken, öte yandan da yabancı dil bilmeyen Türkler’in de temsillere gelmelerini sağlamak üzere, oynanacak oyunların Türkçe özetlerini hazırlatıp, tiyatroya gelen Türkler’e dağıtmaya başladılar.

Yurdumuzda İlk tiyatro binasını kuran. Naum efendi’dir. Naum Efendi, şimdiki Galatasaray Lisesi karşısındaki yerde bulunan tiyatrosuna bir süre yabancı kumpanyalar getirtmiş, sonra bununla yetinmiyerek, kendisi, devamlı, yerli bir kumpanya kurmak işine girişmişti. İlk temsillerine 1860’ta başlayan Naum Tiyatrosu’nun oyunları, başlangıçta, yalnız Ermenice idi, Türk seyircileri için gene Türkçe özetler hazırlanıyordu. Naum Efendi, kısa bir süre sonra Türkçe oyunlar da oynatarak, yurdumuzda bu sanat dalının kurucusu oldu.

İlk Türkçe Temsil

Gedikpaşa tiyatrosu

Naum Tiyatrosu’nun rağbet görmesi üzerine bir süre sonra bu konu ile başkaları ilgilendiler. Bunlardan en tanınmışı-, sonradan Müslüman olarak Yakup adını alan Güllü Agop’tur. Beyoğlu’na karşılık, tiyatrosunu İstanbul yakasında Gedikpaşa’da kuran Güllü Agop önceleri yalnız Ermenice verdirdiği temsillerine sonradan Türkçe’lerini katmıştır. 1868’de oynanan ilk Türkçe temsil «Sezar Borciya»dır. Bu piyesin tutunması üzerine, güllü Agop, tiyatrosunda artık hemen tamamen Türkçe oyunlar oynatıyordu. Zamanın aydın Türk yazarlarının da destekledikleri Gedikpaşa Tiyatrosu, bir süre sonra telif eserler de oynamaya başladı. Bu tiyatro için eser yazanlar arasında Namık Kemal’le, Ali Bey de bulunuyordu.

Modern tiyatronun rağbet görmesi üzerine bu sırada, orta oyunu oynayan Türk sanatçılarından bir kısmı Güllü Agop Tiyatrosu’na geçti, bir kısmı da kendileri kumpanya kurdular. Böylece, XIX. yüzyıl sonlarında tiyatro Türkiye’de yerleşmeye, gelişmeye başladı. Yalnız, bu ilk devir tiyatrolarında temsil edilen oyunlar ya basit komediler ya ela cinai, heyecanlı melodramlardan ibaretti. XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başındaki Şehzadebaşı tiyatrolarında ise, genel olarak, tulûat oyunları ile kantolu varyeteler çoğunluktaydı. Bununla birlikte bu çaylarda Fe-him Bey, Mınakyan Efendi gibi değerlere de rastlanır. Kadın sanatçılar, Rumlar’dan, Er-meniler’den ibaretti, Türk kadınının sahneye çıkması henüz akla bile gelmiyordu.

Türk Tiyatrosu Gelişiyor

1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânına kadar bu şekilde yürüyen tiyatro, ondan sonra yeni bir gelişme göstermeye başladı Tiyatroya gerçek bir sanat değeri kazandırmak için, bazı aydınlar, sanatseverler «Sahne-i Osmaniye» adı altında bir tiyatro derneği kurdular. Recaizade Mahmut Ekrem’in başkanı bulunduğu bu dernek bir okul-tiyatro niteliğindedir. Sonradan «Darülbedayi» (güzellikler yurdu) adını alan bu okul-tiyatro için Fransa’dan Antoine (Antuan) adında bir do öğretmen-aktör getirildi. I. Dünya Savaşı dolayısıyla hayli zorluklarla karşılaşan Darülbedayi her şeye rağmen ayakta kalmış, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da yıllarca Türk tiyatrosunu tek başına temsil etmiştir. İlk defa mütareke yıllarında Afife Hanım ile Bedia Muvahhit’in sahneye çıkması ile Türk kadını da tiyatromuzda rol almış, böylece Türk sahnesinin gelişmesi yolundaki son engel de ortadan kalkmıştır.

Advertisement

Darülbedayi’nin, bir süre sonra, Şehir Tiyatrosu adını alışında, Avrupa’daki çağdaş tiyatrolar seviyesine yükselişinde, Türk sahnesine büyük emekler harcamış olan Muhsin Ertuğrul ile arkadaşları Vasfi Rıza Zobu’nun, Hâzım Körmükçü‘nün, Galip Arcan‘ın büyük hizmetleri geçmiştir.

Shakespeare, İbsen gibi büyük dehaların oynanması maddeten-mânen çok güç eserlerinin Türk Tiyatrolarında temsil edilebilmesini de bu büyük, ülkücü sanatçılara borçlu bulunduğumuz bir gerçektir.

Ünlü Tiyatrocumuz İsmail Dümbüllü

İsmail Dümbüllü; tiyatro ve sinema oyuncusu, tulûat sanatçısıdır (İstanbul 1897 – ay y. 1972). Toptaşı Rüştiye-i Askeriyesi (Küçük Zabit Mektebi) üçüncü sınıfından ayrıldı. 16 yaşında amatör olarak Üsküdar’da Dilküşa Tiyatrosunda sahneye çıktı. Daha sonra doğaçlama (tulûat) oyunculuğunu meslek edinerek Kel Hasan’ın yanında yetişti. 1920’lerin sonlarında kumpanyasını kurdu. İstanbul’un değişik semtlerinde oyunlar verdi. 1930’dan sonra Anadolu turnelerine de çıktı. Tulûat geleneğiyle 50 yıllık kavuğunu Münir Özkul’a bıraktıysa da jübilesinden sonra bile oyunlarını sürdürdü. 1946’dan başlayıp aralıklarla filmlerde de gözüktü.

Başlıca filmleri: Kızılırmak-Karakoyun (1946), Dümbüllü Macera Peşinde (1947), Dümbüllü Sporcu (952), Nasreddin Hoca ve Timurlenk (1954), Fındıkçı Gelin (1955), Gol Kralı Cafer (1962), Nasrettin Hoca (1971).


Yorum yapılmamış

Reply To Helin Cancel Reply