Yedinci Gün Kitap Özeti Karakterleri Yorumlar, Orhan Hançerlioğlu

0
Advertisement

Orhan Hançerlioğlu’nun Yedinci Gün isimli kitabının konusu, karakterleri, eleştirisi, kısaca özeti. Orhan Hançerlioğlu kitapları özetleri, hakkında bilgi.

Yedinci Gün

Yedinci Gün Kitap Özeti – Orhan Hançerlioğlu

Romanın Başlıca Karakterleri

Ömer: Bakanlıklardan birinde genel müdür. İntihar etmek amacıyla geldiği İstanbul’da çocukluk aşkını bulur.
Gönül: Ömer’in çocukluk aşkı. Banka memuresi.
Rezzan: Ömer’in kansı.
Işık: Ömer’in on üç yaşındaki oğlu.
Sevgi: Ömer’in on altı yaşındaki kızı.

YEDİNCİ GÜN (Kitabın konusu, eleştirisi)

Yazar, romanının her bölümüne Tevrat’tan parçalar alır. Tevrat’a göre Tanrı, evreni ve üzerinde yaşayan canlıları yedi günde yaratmıştır. Romanın kahramanı Ömer de yaşamını yedi günde değiştirir.

Ömer, müsteşarın suratını üç yumrukta darmadağın eder. Sonra iki yıldır içinde çalıştığı odasına döner. Havayollarına telefon ederek İstanbul’a gidecek ilk uçakta yer ayırtır. Masasının gözünden tabancasını alarak cebine yerleştirir. Havada birden bastıran Ankara baharının aşırı sıcaklığı vardır. Bakanlığın kapısında, şapkasını ardından koşturan odacı Hasan’a son emrini vererek taksi ister, yola çıkar.

Belki de önce bu havadan, bu bağlılıklardan, yıllardır boyun eğdiği bu kurallardan kurtulmak, ölüme hazırlanmak, sonra da yapabileceği her şeyi yapmış olarak ölüme doğru yürümek ister. Her şey çok çabuk olur biter. Gerçekten de inanılacak gibi değildir. Daha birkaç saat önce, Yenişehir’deki evinde, güneşten gözleri kamaşarak uyanmıştır. Rezzan her zamanki gibi yanında yatıyordur. Onu uyandırmamak için sessizce kalkmış, Fatma’nın getirdiği sıcak suyla traş olmuş, ayaklarının ucuna basarak yatak odasına girmiş, gardırobun kapağını açarken ise çıkan gürültüden kansı uyanmış, homurdanmaya başlamıştır.

Advertisement

Ortaokula giden on üç yaşındaki oğlu Işık, büyük bir iştahla ne bulursa atıştırmaktadır. Lisenin ikinci sınıfında okuyan on altı yaşındaki kızı Sevgi ise aşk derdine düşmüş, babasına çaktırmadan pencereden sevgilisini beklemektedir. Onu Sevgi’nin aşkından çok oğlunun göbeği ilgilendirmektedir: “Anası kendine bakacağına biraz da şununla ilgilense, yakında bu oğlan patlayacak” diye düşünerek evden çıkmıştır. Bakanlıklara doğru yürümüş, yirmi dört yıl hiç aksatmadan çamurlusundan, asfaltına kadar birçok yolda, eviyle işi arasında böylece gidip gelmiştir. 43 yaşında olmasına rağmen kendisini genç ve güçlü bulmaktadır. Emeklilik hakkını elde etmesine ise, bir yıl vardır. O gün müsteşarla yaptığı kavga, onu yumruklaması, hepsi bir anda olmuştur. Şimdi uçaktadır. Uçak bulutların üzerinde yükselmektedir.

Elbette bugünün de bir akşamı olacaktır.

Fatma, akşam yemeğini hazırlayacak; Rezzan” Dokuza kadar gelmezse biz yiyelim” diyecektir.

O gelmeyince Rezzan, Fatma’ya “ben yatıyorum artık, sen beklersin beyi. Söyle ona soyunurken, sakın gürültü edip, beni uyandırmasın” diyecektir. Ömer kendi kendine “korkma karıcığım, seni artık asla uyandırmayacağım” diyecektir.

Ömer Sirkeci’deki otellerden birine gider. Kimlik soran otel katibine, kimliğini unuttuğunu söyleyip, ilk aklına gelen isim olan odacısının ismini yazdırır: Hasan Tükenmez.

Odaya çıktığında kravatını bile çıkarmadan kendini yatağa atar.

Uyandığında gece yansıdır. Yatağın içinde oturur. Kendi terinin de karıştığı kirli yatak kokusu midesini bulandırmaktadır. Eli tabancasına gider. Kafasında ölüm düşüncesi daha bir aydınlık içinde belirmektedir. İstanbul’da kötü bir otelin pis kokulu odasındadır. Yaşamanın bütün değerlerini yitirmiş, onu, yıllarca her yönünden saran bağlan bir anda koparıp atmıştır.

Advertisement
Ölecektir, buraya ölmek için gelmiştir.

Ölüm, onun için, artık yedi buçukta yatağından kalkmamak, karısının azarlarını dinlememek, kızının sevgililerini düşünmemek, oğlunun göbeğiyle uğraşmamak, evin bitmez tükenmez dertlerini duymamak, en sıcak günlerde bile kravat takmak zorunda kalmamak, kolalanmamış bir gömlekle dairedeki masasına oturmayı ayıp saymamak, yıllarca aynı kahvaltıyı edip aynı saatte aynı yollardan geçerek aynı daireye gitmemek, bir sürü saçmasapan yazıyı okumamak, maaşların artırılıp arttırılmayacağından başka konuşacak sözleri olmayan arkadaşlarım dinlememek, bir budalaya budalalığını, bir aptala aptallığım, bir ahlaksıza ahlaksızlığını söylemeyip boyun eğmemek, akşam aynı saatte aynı eve dönüp, aynı bunaltıcı hava içinde aynı sofraya oturup, aynı kadının yanında uyumamaktan başka bir şey değildi. İşte artık her şeyi bitiriyordu.

Müsteşarı tokatladığı anda kafası bu düşünceye takılmıştır. Ölüm onu” bütün tiksintilerinden kurtaracak tek yoldur. İstanbulludur. Küçüklüğünü, delikanlılığım bu şehrin evlerinde, okullarında, sokaklarında geçirmiştir. Orta halli bir ailenin üç çocuğundan biridir. Babası bir onur olayı yüzünden genç yaşta emekliye ayrılmış bir memurdu. Fatih’te küçük bir dükkanda arzuhalcilik yapmaktadır. Lisenin son sınıfındaydı. Kız liselerinden birinde okuyan kara saçlı, gözlerinin içi gülen küçücük bir sevgilisi vardı. Çok zaman ikisi de okullarını asıp Gülhane Parkı’na giderlerdi. Saatlerce el ele, dudak dudağa denize bakarlardı. Onu deli gibi kıskanırdı. Bir an önce büyümek, sevdiği kızı ömrü boyunca kendisinin âşığı etmekten başka hiç bir dileği yoktu. Yakışıklı bir çocuktu. Küçücük sevgilisi onu deli gibi seviyor, onsuz yapamayacağım söylüyordu. Üniversiteye başlayınca babasının Kadastroda bulduğu bir işe de yerleşivermişti. Şimdi Gönül’le daha rahat, daha korkusuz, sinema localarında buluşuyorlardı.

Tabancasını avucunun içinde sıktı.

Bütün bir geçmiş gözlerinin önündeydi. Birbirlerini delice seviyorlardı. “Niçin evlenmemişlerdi? ” Uzun birçok yerleri kopuk, kendisine bile açıklayamadığı bir hikâyeydi bu. Üniversiteyi bitirinceye kadar İstanbul’dan dışarı adımım atmamıştı. İlk defa yedeksubaylıkla Anadolu’ya çıktı. Gönül, askerliği süresince onu beldeyecekti elbette. Ama o, aylar boyunca gidip gelen birkaç mektup dışında onu hiç hatırlamamıştı. Yeni yaşama düzeninin gerektirdiği yeni âlemlere dalmıştı. Sonunda bu yeni âlemlerden birinde tanıdığı albayının kızıyla evlenmiş, bir daha İstanbul’a dönmeden, generalliğe yükselen kayınbabasının yardımıyla iyi bir memurluk koparmıştı. Memurluğunun Anadolu’da geçen ilk yıllan hiç de fena sayılmazdı. Gençti, karnından hoşlanıyordu, sırtım dayayacak sağlam bir dayanağı vardı, geleceğine güvenle bakıyordu. Nitekim ilk dört yılın sonunda kayınbabası onu Ankara’ya aldırtmış. Bakanlıkta bir şube müdürlüğüne geçirtmişti.

Saygılı ve çalışkan bir memur olduğu için, kayınbabasının emekliliğinden sonra bile, sadece kendi gücüne dayanarak yükselmeye devam etmiş, Genel Müdürlüğe kadar çıkmıştı. Bu olay olmasaydı müsteşarlığa kadar yükselecekti. Sonra….Yükselecekti de ne olacaktı?…Gene her sabah erkenden kalkacak, aynı yollardan geçerek işine gidecek, bir sürü dert dinleyecek, yorgun argın eve gelecek, her zaman ölçülü, her zaman korkak, hep o mevki uyuşukluğu içinde, yemek yiyecek, yatacak, uyuyacak, sevmediği bir kadına katlanarak ölümü bekleyecekti. Şu andâ Rezzan ne yapıyordu kimbilir?

Gece eve gelmediğini görünce Bakanlığa, dostlarına çoktan telefonlar etmiş, soma da babasma koşmuş olmalıydı. İstanbul’a gitmiş olduğunu, hele kendini öldürmek istediği asla düşünülemezdi. İki gündür yemek yememiştir, garsonun getirdiği yemekleri yedikten sonra Sirkeci meydanındaki kahvelerden birine girer. Çayım yudumlarken o günün gazeteleri gözüne ilişir. Birden yaprağın alt köşesinde kendi resmini görür. Gençlik resimlerinden biridir. Üstündeki yazıyı okur: Kaybolan Genel Müdür…. Aklına bankadaki parası ve ölmeden önce onu harcama isteği gelir. Karşısına çıkan ilk bankadan içeri girer.

Kadın memura doğru banka cüzdanım uzatırken üstünün hırpaniliğinden utanç içindedir. Memur kadına doğru başını kaldırdığında ağzından onu yıllarca önceye götüren bir isim dökülür. -Gönül!

Bir şeyler söylemek ister, söyleyemez. Heyecandan titremektedir.

Bütün gün “Gönül seni görmeden ölmek istemiyorum” diye sayıklayıp durur. Ertesi gün, bir mektup yazarak pansiyoncu kadınla bankaya yollar.

Gönül görüşme teklifine olumlu cevap vermiştir.

Sevinçten çılgına döner. Buluştuklarında “seni görmeden ölmek istemiyorum “diyerek onun dizlerinde saatlerce ağlar.

Gönül, ona kendi mahallelerinde bir ev bulacağını söyleyerek, ertesi akşam evlerine yemeğe davet eder. Annesiyle oturmaktadır, hiç evlenmemiştir. Bu söz Ömer’in içini sevinçle doldurur, o gece heyecandan uyuyamaz.

O günün akşamına erişebilmek için özgür, ölüm düşüncesinden uzak, mutlu bir yürekle, İstanbul sokaklarında dolaşır durur. Fatih semtini sokak sokak gezmiş, ömrünün en güzel günlerini yeniden yaşayarak, doğduğu evden babasının arzuhalci dükkânına kadar bütün çocukluğunu dolaşmıştır.

Advertisement

Kapıyı ona Gönül açar, kendisi mutfağa doğru giderken, isterse evi gezebileceğini söyler. Sevinç içinde Gönül’ün odasına dalar. Bir sırrı ele geçirmişçesine yüreği çarpmaktadır. Tuvalet masasının anahtarı üstündedir. Yavaşça çekmeceyi açar. Çekmece irili ufaklı mektuplarla doludur. Gençliğinde Gönül’e yazdığı mektuplardır bunlar. Okumaya başlar.

“Ah Gönül…Ben de, şimdi ben de senin için böyle düşünüyorum. Ama ben sokakları değil seni kilitlemek isterdim. Nereye biliyor musun? Dağ başında bir kulenin tepesine… Öyle bir kule ki seni kartallar bile göremesin, çünkü seni onlardan da kıskanıyorum. Dünyadaki bütün sevgilerin toplamı kadar seviyorum seni…Evlendiğimiz zaman akşamın altısından sabahın sekizine kadar beni bırakmayacağını söylüyordun. Gündüzleri sensiz mi geçireceğimi sanıyorsun?…Yağma mı var?…Ya sen benim işime gelirsin, ya ben her şeyi bırakır eve, evimize dönerim.”

Evimiz…Ömer’in yüreği kabarır.

Yıllarca bütün bunları nasıl da unutmuş, bir an olsun hatırlamamıştır? Gençliğin bu taş yürekliliğini hangi duygululuk ödeyebilirdi şimdi?… Kendi kendine: “Ölmek miydi istediğim?….diye mırıldanır. “Yoksa eve, evimize dönmek miydi? Ankara’dan bunun için mi geldim yoksa? ” Anahtarla açılan sokak kapısının gürültüsü onu düşüncelerinden uyandırır. Telaşla salona geçer. İhtiyar anne onu hiç yadırgamadan karşılamıştır. Ona, kirası uygun bir oda bulduğunu iki gün sonra da bu odaya taşınabileceğini söyler. Yemekten soma Gönül, ona ne düşündüğünü, ne yapacağını sorduğunda; “eski işine, eski yaşantısına dönmeyeceğini” söyler. Ömer kimseyi rahatsız etmemek için salona serilen şiltede yatmaktadır.

Ama bir türlü uyuyamaz. Biraz soma Gönül yavaşça içeri süzülür. “Uyuyamadın mı?” diye sorar. Soma sessizlik, büsbütün koyulaşarak odayı kaplar, kırmızı ışığın içinde iki alev gibidirler… Ertesi gün Ömer heyecanla yeni odasına taşınır. Bu, demir karyolası, tahta dolabı, çiçekli perdeleri olan şirin bir odadır. Düşlerini gerçekleştirme zamanı gelmiştir. Gözüne kestirdiği dükkân Sultanahmet’te Adliye Sarayı’nın yanındadır. Bu küçücük dükkânı kiraladıktan soma içine bacağı kırık bir masayla bir daktiloyu yerleştirir. İçi sevinçle dolmaktadır… Mutludur, her şey gözüne çok güzel gözükmektedir.


Leave A Reply