Atatürk ve Cumhuriyet Dönemi Din Hizmetleri

0
Advertisement

Atatürk ve cumhuriyet ilanı sonrası yapılan din hizmetleri ile yapılan uygulamalar ile ilgili olarak genel bilgilerin yer aldığı yazımız.

Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluşu

Türkiye Büyük Millet Meclisinde 3 Mart 1924 tarihinde Halifelik unvanıyla birlikte Şer’iye ve Evkâf Vekâleti de kaldırıldı, yerine Diyanet işleri Başkanlığı ve Evkâf (vakıflar) Umum Müdürlüğü kurulmuştur. Atatürk, İstanbul basını ile yaptığı mülakatta gazeteci Ahmet Emin Bey;

-Bu Şer’iye Vekilinin kalması aynı mahiyete hâiz (sahip) değil midir?

-Gazi M Kemal Paşa – Efendim, bu Millet Müslüman mıdır?

-Ahmet emin Bey – Evet.

-Gazi Paşa -O halde Şer’i bir takım umûr (dinî işler) olunca bunları ru’yet (bakacak) edecek bir makam lâzımdır.

Advertisement

Başbakanlığa bağlı bir kurum olarak faaliyetlerine başlamıştır. Bu makama ilk atanan başkan ise o dönemin Ankara Müftüsü olup, Milli Mücadele yıllarında büyük gayretleri ve katkısı bulunana Mehmet Rıfat Bey (Börekçizade) getirilmiştir.

Din Görevlileri

Diyanet İşleri başkanlığı kurulduktan sonra her ilde il Müftüsü, ilçelerde ilçe müftüsü, camilerde imam-hatip ve müezzin görevlileri atanmıştır. Bütün bu teşkilatın yurt dışında dinî Müşavir ve ateşe görevlileri bulunmaktadır. Bu teşkilât, devlet bakanlığına bağlı müstakil bir kurum haline dönüştürülmüş ve yakın tarihte ise tekrar doğrudan başbakanlığa bağlanmıştır.

Dinî Yayınlar

Atatürk her alanda halkın anlayabileceği seviyede ve sade öz Türkçe ile yazılması ve konuşulmasını arzu ediyordu. Arapça ve Farsçanın aşırı tesiri altında olan Türkçeyi kurtarmak ve geliştirmek istiyordu. Sakarya ve Dumlupınar savaşı öncesinde, Konya’da bulunan askerî depoları kontrole gittiğinde Atatürk’e, gıda hakkında genel bilgileri içeren iki dosya sunulmuştu. Dosyalardan birinin üzerinde “Nân-ı Aziz, Goşt-u Leziz” yani “Mübarek Ekmek ve Lezzetli Et” anlamına gelen dosya diye takdim edilince, Atatürk ilgili görevliye; -Git şunu Türkçe yaz öyle bana getir! Diyerek tepkisini göstermiştir. Dini alanda yazılmış olan eserlerin durumu daha da kötü idi. Ya Arapça ya da Farsça yazılı olduğu için sade halkın anlayacağı ve doğru dürüst dini bilgileri ana kaynağında öğrenilemiyordu.

Türkçe Tefsir ve Meal Çalışmaları

Kur’an-ı Kerim, ilk olarak 1922 yılında Çağatay Türkçe lehçesiyle çevirisi yapılmış ancak, Anadolu Türk halkı bu çeviriden istenilen bilgileri yeteri kadarıyla alamıyordu. Dolayısıyla Türk toplumu bu alanda okuyup anlayabileceği istanbul Türkçesi ile tercüme Meâl ve Tefsire büyük ihtiyaç duymaktaydı. Daha önce ehli olmayan ve yeteri kadar dini bilgi ve birikime de sahip olmayanlar tarafından yazılanlar yetersiz ve tatmin edici görülmemişti.

Atatürk her hususta olduğu gibi Türk alimlerimizin emeği ve Türk toplumunun kültür ve dinî hayatına uygun eserlerin yazılmasının zorunluluğunu etrafındakilere anlatmış ve dönemin ehil olan bilginlerine bu görevi vermiştir. Buna göre;

Kur’an-ı Kerimin tercümesi görevini Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’a, Kur’an’ın tefsirini yazma işini de Elmalılı Hamdi Yazır hocaya vermiştir. Mehmet Âkif Bey bir süre yazdığı tercümeyi bitirmeden bu görevden muaf tutulmasını istemiş olduğundan dolayı, Kur’an’ın tercümesi görevi de Elmalılı Hamdi Yazır Bey’e verilmiş oldu.

Advertisement

Hamdi Yazır Bey, dokuz ciltten oluşan “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı Türkçe tefsirini müspet ilim dallarındaki ihtisas sahibi bilginlerin de görüşlerini de alarak, 1926 yılında başladığı bu faaliyetlerini 1938 yılına kadar çalışarak yazmıştır. Ömrünün yetmeyeceği endişesiyle son ciltlerindeki yorumlarını kısa tutmuş olduğu rivâyet edilmektedir.

Türkçe Hadis Kitabı Çalışması

İslam’ın ikinci derecede kaynağı durumunda olan hadisleri içeren en sahih kitapların da Türkçeye çevirisinin bir an evvel yapılması gerekli görülmüştü. Bunun için uygun görülen bilgin Babanzade Ahmet Naim Efendi olmuştur. Babanzade Ahmet Naim Efendi, yine bir Türk bilgini olan Muhammed Buharî’nin “el-Câmiu’Sahih” adlı eserinin Türkçe tercümesine başlamış ancak bu çalışmayı sonlandırmadan hakkın rahmetine ermiş olduğu için, kitabın geri kalan kısmını Kâmil Miras Bey yazarak tamamlamış oldu.

Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ilk kez 1932 yılında on iki cilt ve bir cilt de Kılavuzu olmak üzere “Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi” şeklinde yayınlanmıştır. Daha sonra defalarca bu kitabın baskısı yapılmıştır.

Hutbelerin Türkçe Okunması

Atatürk’ün düşüncesi, okunan dua ve ayetlerin anlamlarını halkın da bilmesi ve güncel sorunları ele alması idi. Hutbe; sesleniş, söz söylemek, konuşmaktır. Cuma ve bayram günlerinde imam-hatipler, camilere toplanan müminlere, onların ana dillerinden seslenmek kadar daha tabii ne olabilir ki?

Atatürk “…Efendiler, hutbe demek, halka hitap etmek yani söz söylemek demektir. Hutbenin anlamı budur… Gerek Peygamber’in, gerek Hulefâyı Râşidin’in söylediği şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, idarî, siyasî, toplumsal konularıdır. Mimberler halkın dimağları, vicdanları için bir menbaı feyz (feyiz kaynağı), bir menbaı Nur olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerde aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayıkı (gerçeklere) fenne ve ilmiyeye mutabık (uygun) olması lâzımdır.” diyerek bütün açıklığıyla niçin hutbeleri bütünüyle Arapça değil de Türkçe okunması gerektiğini izah etmiştir. Nitekim Atatürk, 7 Şubat 1923 yılında Balıkesir merkez Zağanos Paşa Camii’nde bir hutbe okuyarak bu alanda da Din görevi yapanlara öncülük yapmıştır.


Leave A Reply