Perestroika (Perestroyka) Nedir?

0
Advertisement

Perestroika nedir? Sovyetler Birliğinin son dönemlerinde yaşanmış reform hareketlerine genel olarak verilen isim olan perestroika hakkında bilgi.

Perestroika (Perestroyka) Nedir?

Perestroika (Rusçada “yeniden yapılanma”), eski SSCB’de Mihail Gorbaçov‘un Mart 1985’te Sovyetler Birliği Komünist Partisi (KPSS) genel sekreterliğine getirilmesiyle başlayan reform hareketinin genel adı. Perestroika terimi bazen yalnızca ekonomide aşırı merkezi planlamanın katılıklarını çeşitli derecelerde ademi merkezileşme ve piyasanın kapsamını genişletme yoluyla aşma denemeleri için kullanılmış, siyasal alandaki demokratikleşme süreci ise daha çok glasnost (açıklık) terimiyle adlandırılmıştır.
Perestroyka
İlk sosyalist devrim Marx’ın öngörülerinin tersine, ileri kapitalist ülkelerden birinde değil, 1917’de Çarlık Rusyası’nda gerçekleşti. İzleyen dönemde Batı’nın Sovyetler Birliği’ne bir yalıtma politikası uyguladığı, İtalya ve Almanya’da ise faşizm ve Nazizmin yükseldiği görüldü. Bu koşullarda SSCB 1920’lerin sonlarından başlayarak Stalin’in yönetiminde üretici güçleri bir an önce geliştirmek için hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirmeye yöneldi. Toplumun kaldıramayacağı kadar ağır yüklenmeleri ve büyük bir gerilimi beraberinde getiren bu yöntemler bütün güç ve olanakların merkezde yoğunlaştırılmasına, devlet aygıtının alabildiğine gelişmesine ve yukarıdan aşağı büyük bir zor ve şiddet uygulamasına yol açtı. Böylece proletarya diktatörlüğü(*) kuramı uygulamada demokrasinin parti tabanından ve toplumdan tümüyle silinmesine dönüştü. Başlangıçta iç savaş koşullarında geçici bir yöntam olarak başvurulan tek partililik, bütün bir siyasal rejim biçiminde kemikleşti ve Sovyetler göstermelik bir niteliğe bürünürken, gerçek iktidar, devletle özdeşleşen partinin nomenklatura denen daimi aygıt görevlileri zümresinde toplandı. Dış politikada, “sosyalist anavatanın savunulması” proleter enternasyonalizmi açısından temel görev sayıldı ve Komintern (bak. Enternasyonal) aracılığıyla hemen bütün komünist partilerine kabul ettirildi. Bu Sovyet modeli siyasal ve ekonomik, iç ve dış, bütün uygulamalarıyla sosyalizmin kuruluşunun biricik doğru yolu olarak tanımlandı ve II. Dünya Savaşı’nın bitiminde Kızıl Ordu’nun girdiği Doğu Avrupa ülkeleriyle 1949 devriminden sonra Çin’e de yayıldı. Böylece merkezinde Sovyetler Bir-liği’nin ve KPSS’nin yer aldığı bir uluslararası sosyalist sistem doğdu.

1930’larda ve 1940’larda ülke çapında bütün kaynakları hızlı ve disiplinli bir biçimde harekete geçirerek önemli bir kalkınma hamlesini gerçekleştiren Stalinizm(*) 1950’lerin başlarında ilk tıkanmalarla karşılaştı. Demokrasinin ezilmesinin, çoğulculuğa yer verilmemesinin zararlı sonuçları her alanda belirmeye başladı. Halkın yönetime yabancılaşması, yaratıcılığın, inisiyatifin, yeni düşünceler geliştirmenin cezalandırılması, kimsenin risk almak istememesi teknolojik gelişmenin yavaşlamasına, emek verimliliği artış hızının düşmesine, kaynak dağılımının çarpıklaşmasına ve ekonomik israfın artmasına yol açtı. Yaygın birikimin üstesinden gelen Stalinist modelin yoğun birikime geçemediği görüldü. 1950’lerin ikinci yarısında Kruşçev ilk reform denemelerine girişti, ama tutarlı bir program oluşturamayışının körüklediği başarısızlıklar, 1960’ların ortasına doğru parti bürokrasisinin tutucu kesimi tarafından devrilmesine yol açtı. Leonid Brejnev yönetiminde Sovyet toplumu iyice durağanlaşarak, bütün çözümsüz sorunların üst üste yığıldığı bir çürümeyi yaşadı. “Uluslararası sınıf mücadelesinin Sovyet devletinin zor kullanım araçlarıyla yürütülmek istenmesi yüzünden, “sosyalist sistem” içindeki ülkelerde “kapitalizme geri dönüş” girişimleri olarak görülen reform denemeleri bastırıldı. Sosyalist blokun artan ölçüde içe kapanması ve giderek dünyadaki bilimsel, teknolojik gelişmelerden kopması bunalımın derinleşmesine katkıda bulunurken Sovyet partisi ve devletinin bütünsel dış görüntüsünün altında adım adım muhalif ve reform yanlısı bir iç kamuoyu oluştu.

1980’lerin ilk yarısındaki gelişmelerle SSCB’de yönetimi tutucu yaşlı kuşaktan devralan Gorbaçov, iktidara geldiğinde tutucuları tasfiye edip kendi ekibini kurmakla yetinmeyerek demokrasi olmadan hiçbir dönüşümün gerçekleşemeyeceği düşüncesini benimsedi. Glasnost politikasıyla birlikte siyasal alanda çok büyük değişimler gözlendi. “Proletarya diktatörlüğü” adına yürütülmüş birçok uygulamadan vazgeçildi: Basından sansür kalktı; ceza hukukunda, “Sovyet aleyhtarı propaganda” kavramının alanı hemen hemen yok oldu; polisin ve KGB’nin fiilen yasalar üstündeki dokunulmazlığı önemli ölçüde zedelendi. Bütün bunlar partide ve toplumda bir çoğulculuk patlamasına yol açtı; tartışma özgürlüğü içinde kanatların varlığı normal sayılmaya başladı. Parti ve devlet görevlilerinin yetkilerinin kısılması ve seçilmiş organların otoritesine bağlı kılınmaları yönünde adımlar atıldı; çok adaylı seçimlerde gizli oy, açık sayım ilkesi yürürlüğe kondu. Dış politikada da Stalinizmin oldukça kapsamlı bir özeleştirisi yapıldı. 1980’lerin sonunda 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya müdahalelerinin haksız ve yanlış olduğu resmen açıklandı. Uluslararası alanda Gorbaçov çeşitli girişimlerle önemli bir saygınlığa kavuştu. Sovyet askeri doktrinini saldırı ilkesinden savunma ilkesine döndürdü; uluslararası sorunların salt siyasal yöntemlerle çözülmesini savundu; buna bağlı olarak SSCB açısından çok daha düşük bir “yeterli caydırıcılık” kavramını benimsedi; bir yandan art arda silahsızlanma önerilerinde bulunurken bir yandan da kapsamlı kuvvet indirimlerini tek yanlı olarak gerçekleştirdi. Ekonomide ise perestroika çok daha zor ve yavaş gelişti. Olgun bir piyasa sosyalizmi ya da sosyalist meta ekonomisi kuramının yokluğunda el yordamıyla yürütülen bu alandaki girişimler sınırı belirsiz, pragmatik bir niteliğe büründü. Bu karışıklık bürokrasinin direnişiyle birleşince, devletçi sosyalizmin alışılmış mantığından da yoksun kalan Sovyet ekonomisinde her türlü sıkıntı artmaya, zor ve çetin bir geçiş süreci yaşanmaya başladı.

Bununla birlikte 1980’lerin sonunda perestroika dünyayı, II. Dünya Savaşı sonrasındaki başka herhangi bir olaydan çok daha fazla değiştirmişti. Sosyalist ülkelerde büyük bir altüst oluş yaşandı; SSCB’nin dış politikasının demokratikleşmesi ve Doğu Avrupa’daki tutucu rejimlerden desteğini çekmesi, bu ülkelerdeki muhalefet hareketlerinin ve komünist partilerin reformcu kanatlarının işine yaradı. Sonuçta Avrupa’ daki dönüşüm ansızın SSCB’nin önüne geçti. Gorbaçov ise gerçekten çok sesli bir parlamentoya dönüşmüş bulunan Yüksek Sovyet önünde, KPSS’nin siyasal yaşamdaki egemenliğini ikna yöntemleriyle ve zorlukla savunmak durumunda kaldı. Batı ile sosyalist ülkeler arasındaki ilişkiler açısından da kolay ölçülemeyecek sonuçlar doğdu. Soğuk savaşın uluslararası kutuplaşması sona erdi; askeri paktların önem ve anlamı çok zayıfladı; Batılılar da silahlanma harcamalarında radikal kısıntılar yapılabileceğini görmeye başladı. Berlin Duvarı yıkılıp sınırlar açılırken 1990’larda yepyeni bir Avrupa’nın belirmesi, uluslararası işbirliği ve gelişen ekonomik ilişkilerle birlikte yeryüzünde kaynakların büyük ölçüde yeniden dağıtılması olanağı doğdu. Böylece perestroika belki de dünya ölçeğinde bir yeniden yapılanmanın önünü açtı.

Öte yandan Sovyetler Birliği’nin kendi içinde, yıllardır birikmiş her türlü muhalefet talebinin patlak vermesi, kontrollü bir reform sürecini olanaksız hale getirdi. Bir yandan, SSCB’ye bağlı çeşitli cumhuriyetlerde milliyetçilik ve ayrılıkçılık canlanırken, öbür yandan KPSS içindeki tutucu kanadın, demokratikleşme yanlılarının elini kolunu bağlayacak kadar gücünü koruyabilmesi, bunalımı derinleştirdi. Sonuçta, Ağustos 1991’deki başarısız bir darbe girişimi, KPSS’nin bütün saygınlığını yitirmesine yol açınca, Gorbaçov önderliğinde yeni bir anayasa üzerinde anlaşmak da ola-naksızlaştı ve SSCB’nin dağılması kaçınılmaz oldu.

Advertisement

Leave A Reply