Türkiye’de Anayasa, Türkiye’deki Anayasaların Geçmişi Tarihçesi

0
Advertisement

Türkiye’de Anayasa geçmişi ile ilgili bilgiler. Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine kadar Anayasa çalışmaları hakkında bilgi

Anayasa

Türkiye’de Anayasa

18. yüzyılda Avrupa’da mutlakiyetçi kralların yetkileri, başlayan anayasacılık hareketiyle sınırlanıp kişi hak ve hukuku koruma altına alınırken Osmanlı İmparatorluğu’nda hala padişah tek yetkili durumdaydı. Ancak merkezi otoritenin yıpranması ve denetimin azalması sonucu giderek güçlenen ayanlar, halk üzerinde otorite kurmaya başladılar. Padişah fermanına dayanmadığı için yasallığı bulunmayan yetkilerini sağlama almak için 1808’de yine bir ayan olan Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın çağrısıyla silahlı adamlarıyla birlikte istanbul yakınında çadır kurdular. Daha önce üzerinde görüş birliğine vardıkları bir antlaşma metnini (Sened-i İttifak) Padişah II. Mahmut’a kabul ettirdiler.

Bu antlaşma, padişahın ve devlet ileri gelenlerinin âyan üzerindeki haklarını sınırlandırmaktan öteye geçmeyen, toplumsal ve siyasal sonuç doğurmayan bir olaydır. Bunu izleyen yıllarda padişahm bağışı olarak kendini yenilik hareketleriyle gösteren birtakım düzenlemeler (1839 Tanzimat Fermanı, 1845 Hatt-ı Hümayun’u, Islahat Fermanı, 1861 Hatt-ı Hümayun’u) görülürse de bunların hiçbiri gerçekte devletin işleyişi, örgütlenişi ve devlet karşısında kişilerin haklarını korumaya, gözetmeye yönelik değildi. Padişahların Süregelen askeri yenilgilerin halk üzerindeki etkisini azaltmak kaygısından ve geniş ölçüde de Avrupa ülkelerinin Osmanlı uyruğundaki Hıristiyan azınlığın korunmasına yönelik zorlamalarından kaynaklanıyordu. Bu yenilik hareketleri Osmanlı İmparatorluğu içinde çoğunluğu azınlıkların oluşturduğu bir komprador burjuvazi doğurduğu gibi, çoğunluğu devlet memuru olan bir seçkin zümrenin yetişmesine de yol açtı. Bu zümre önceleri Yeni Osmanlılar, sonraları Jön Türkler diye anılan bir grubun temeli oldu. Bu gruptan Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi yazarlar eşitlik, özgürlük gibi kavramları işleyerek belli bir oluşum sağladılar.

Bu sırada II. Mahmut döneminde oluşturulan Şurayı Devlet başkanlığından Vükela Meclisi başına getirilen Mithat Paşa da Abdülaziz’in mutlakiyetçi yönetimine son vermek düşüncesini taşıyordu. Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın da aynı düşüncede olmaları üzerine birtakım yenilikler düşünülerek Abdülaziz tahttan inidildi, gelişen olayların da yardımıyla II. Abdülhamit padişah oldu (1876). Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in yardımıyla 1831 Fransa ve 1859 Prusya anayasalarından esinlenerek kaleme alınmış 119 maddelik bir yasalar bütünü II. Abdülhamit’e kabul ettirildi; bir fermanla 23 Aralık 1876’da, 1293 Ka-nun-ı Esasi adıyla ilan edildi. Artık yasalar yapılırken, kamu işleri yürütülürken meşveret (danışma) kuralına ve meşrutiyete (yasallığa) uygun hareket edilecekti. Böylece başlayan Birinci Meşrutiyet dönemi ve 1293 Kanun-ı Esasisi her ne kadar Meclis-i Umumi adını taşıyan iki meclisli (Heyet-i Âyan, Heyet-i Mebusan) bir parlamento kurulmasını öngörüyorsa ve yine Kanun-ı Esasi’den önce Talimat-ı Muvakkate ile seçim sistemi getiriyorsa da bunu hukuk açısından bir parlamento rejimi saymak yanlıştır. Çünkü getirilen sistemde yasama yetkisi tam olarak padişahın elinden alınmamıştır ve meclise karşı sorumlu bakanlar yoktur. Üstelik meclis üyeleri padişaha bağlılık yemini edecekler ve padişah, hükümetin güvenliğini bozanları yurtdışına sürme yetkisine de sahip olacaktı.

Yetkileri çok sınırlı olanaklarla kurulu olan ilk Osmanlı Heyet-i Mebusanı 19 Mart 1877’de toplandı; ancak 50 birleşimden sonra 28 Haziran 1877’de padişahın bir buyruğuyla dağıtıldı. İkinci kez 1878’de süresiz kapatıldı. Anayasa kaldınlmadıysa da yürürlüğe konmadı. 30 yılı aşan bu baskı döneminde Jön Türkler politik mücadeleyi yurtdışındaki merkezlerden (Paris, Londra, Kahire, Cenevre) gazete, dergi ve broşürlerle sürdürdü ve içerde birtakım örgütlenmelerle (Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti) işlerliğini korudu. Bu yoğun çabalar, özellikle Selanik’te 3. Ordu’nun da desteğiyle İttihat ve Terakki’nin bir halk hareketi planlaması üzerine II. Abdülhamit 23 Temmuz 1908’de bir Hatt-ı Hümayun ile Kanun-ı Esasi’yi ikinci kez yürürlüğe koyduğunu Selanik’e bildirdi ve bir Irade-i Seniye ile Mebuslar Meclisi’ni toplantıya çağırmak zorunda kaldı. 24 Temmuzda İstanbul’da İkinci Meşrutiyet döneminin başladığı duyuruldu. Ancak padişah her şeye karşın bu hareketi içine sindiremedi.

Advertisement

Volkan gazetesi ve Derviş Vahdeti önderliğinde başlatılan gerici harekete göz yumdu. 31 Mart 1909’da (13 Nisan 1909) patlak veren olaylar, ancak Hareket Ordu-su’nun Selanik’ten İstanbul’a gelmesiyle son buldu ve II. Abdülhamit tahttan indirilerek (27 Nisan 1909) yerine V. Mehmet Reşat tahta çıkarıldı. 1293 Kanun-ı Esasisi imparatorluğun gelişen siyasal sorunlarına yanıt veremeyen ve meşrutiyet sistemine uymayan birtakım değişiklikler yaparak 21 Ağustos 1909’da Heyet-i Ayan Kararnamesi ile yürürlüğe girdi. 1909 Anayasası, 1293 Kanun-ı Esasisi’nin 24 maddesinde yapılan değişikliklerin bir sonucuydu. Bu değişikliklerden en önemlisi parlamentoya sunulacak yasa önerilerinin padişah tarafından uygun görülmesi zorunluluğunun kaldırılması, padişaha sürgün yetkisi veren maddenin kaldırılması, ayrıca padişahın meclisi dağıtma yetkisini kullanırken verdiği kararın Ayan Meclisi tarafından da uygun görülmesi koşulunun getirilmesi oldu. Bir başka önemli değişiklik ise bakanların ortak bir genel politika izlemelerine karşın bakanlıkların işlerinden Meclis-i Mebusan’a karşı tek başlarına sorumlu olmalarıydı.

Bu nitelikleriyle İkinci Meşrutiyet, yapılan anayasa değişiklikleriyle kâğıt üzerinde de olsa bir parlamento düzeni getirdi. Sansür kaldırıldı, dernek kurma özgürlüğü tanındı. Ancak mutlaki-yet yönetimini deviren İttihat ve Terakki yöneticileri hükümette görev almayıp kendilerine yakın kişileri işbaşına getirerek onlara yön vermeyi yeğlediler. Bu arada İttihat ve Terakki’ye karşı örgütlenen dernekler, onunla çekişmeye başladılar. Trablus ve Balkan savaşlarının etkisiyle de yıpranan İttihat ve Terakkiciler zaman zaman sertleşmekte, sık sık dağıtma yetkisini kullanarak hükümette etkin olmayı sürdürmekte ve anayasada değişiklik yapmaktaydı.

Sonuçta 1913’teki Babıâli Baskını ile tek parti baskısını kurdu. 1914’te de anayasada değişiklik yaparak bu baskıyı sağlamlaştırdı. Böylece büyük umutlar bağlanan İkinci Meşrutiyet, meclisin bile haberi olmadan Birinci Dünya Savaşı’nın yazgısına bağlandı. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti teslim oldu. Ülke mütareke koşulları gereği işgal edildi.

Meclis-i Mebusan, bu işgal karşısında son toplantısını yaparak Misak-ı Milli’ yi kabul etti, kendi kendini dağıttı ve Mart 1920’de de işgal güçlerince kapatıldı. Ülkenin yazgısı yeni baştan padişah ve işgalci güçlerin elindeydi artık. Bu arada Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başlayan gelişme, Amasya Genelgesi ile bir ulusal direnişe dönüştü. Erzurum Kongresi ve onu izleyen Sivas Kongresi ile oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve bu cemiyetin yönetim kadrosu olan Heyet-i Temsiliye, ülkenin yönetiminin kendinde olduğunu duyurarak meclisin Ankara’da toplanacağını bildirdi. 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi tüm yetkileri (yürütme, yasama, yargı) bünyesinde toplayarak ulusal temsili gerçekleştirdi. Böylece en güçlü organ TBMM oldu.Meclisin üstünlüğüne dayanan bu yönetim, kendi üyeleri içinden, Meclis Başkanı, gösterilen adaylar arasından salt çoğunlukla seçilen bir icra vekilleri (bakanlar kurulu) heyetine yürütme işini veriyordu (2 Mayıs 1920). Böylece kurulan hükümet TBMM Hükümeti oluyordu. Ulusal direnişin oluşturduğu bu meclis, Kurtuluş Savaşı boyunca etkinliğini ve başarısını sürdürdü.

TBMM, 20 Ocak 1921’de 85 sayılı kararla bir Teşkilat-ı Esasiye kabul ederek”Meclis üstünlüğü” ilkesini ortadan kaldırmadan ulusal devletin kuruluşunu ve işleyişini belli kurallara bağladı. Teşkilat-ı Esasiye gerek hazırlanış, gerek biçim, gerek yapısıyla Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın olağanüstü koşullarım yansıtan 23 maddeden oluşmuştur. Öz açısından 1920’de oluşan sistemin yasallaşmış biçiminden başka bir şey değildir. En önemli özelliği ise, temel ilke olarak ulusal egemenliği kabul etmesi ve bunu 1. maddede “Hakimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” (Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir) sözüyle dile getirmesidir. Teşkilat-ı Esasiye, yasama yetkisini Meclis’e, yürütmeyi ise Meclis’in kendi içinden seçtiği bir hükümete vermiştir. Bunun böyle olması, içinde bulunulan olağanüstü koşulların bir gereğiydi. Ancak tüm güçleri (yasama, yürütme, yargı) bünyesinde toplayan bu meclisin üstünlüğüyle amaca ulaşılabildi. Bu koşullardan yararlanılarak 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanına olanak sağlayan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bazı mevaddının (maddelerinin) Tazvihan Tadiline (açıklığa kavuşturularak değiştirilmesine) Dair Kanun’dan yararlanılarak Meclis üyeleri içinden bir cumhurbaşkanı seçilmesi; cumhurbaşkanının yine Meclis üyeleri içinden bir başbakan seçmesi; başbakanın da yine Meclis içinden bakanları seçmesi ve böylece oluşan bakanlar kurulunun cumhurbaşkanınca Meclis’in onayına sunulması-kabul edildi.

Cumhuriyetin ilanıyla TBMM Hükümeti’nin yerini alan Türkiye Cumhuriyeti, rejimi uygulamanın temel kurallarının yeni koşullara uygun duruma getirilmesi gereğini duydu. Bu alandaki çalışmalar 20 Nisan 1924’te üçüncü anayasamız olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun doğmasıyla sonuçlandı. Cumhuriyet ilkesini devletin temeli olarak alan 1924 Anayasası, ulusal egemenliğe dayanan Meclis Hükümeti ile parlamento düzeninin kurallarını uzlaştırmayı hedefleyen kısa bir metindi. Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” (Mad. 3) dendikten sonra ulus adına bu egemenliği kullanma hakkının ancak TBMM’de olduğunu (Mad. 4) belirterek “yasama yetkisi ve yürütme erki”nin TBMM’de belireceği ve onda toplanacağı (Mad. 5) ifade edilmişti. Ancak Meclis, yasama yetkisini doğrudan kullanmakla birlikte 7. Maddede “yürütme yetkisini kendi seçtiği cumhurbaşkanı ve onun atayacağı bakanlar kurulu eliyle kullanacaktır” derken aynı maddede parlamenter sistemin temel ilkesi olan kuralı da koyuyordu: “Meclis, hükümeti her zaman denetleyebilir ve düşürebilir”. Tek meclisli olan yasama organının üyeleri 4 yıl için seçilecekti. Anayasa, özgürlüklerin herkes için olduğunu, ancak bunların bir başkasının özgürlüğünün başladığı noktada bittiğini belirtir.

Advertisement

Bunlar, yasa önünde eşitlik, kişi dokunulmazlığı, vicdan, düşünme, ifade, yazı, yolculuk, sözleşme, çalışma, mülk edinme, malını ve hakkını kullanma, toplanma, dernek ve ortaklık kurma gibi başlıklar altında sıralanmaktaydı. Basım ve yayım işleminin yasalar çerçevesinde özgür olduğu vurgulanarak denetlemenin yayımdan önce olamayacağını belirtmektedir. Yargı hakkının, ulus adma, usûl ve yasaya göre bağımsız mahkemelerce kullanılacağı 8. maddeyle ifade edilmişse de yargıçların güvencesi ve mahkemelerin bağımsızlığını düzenleyen hükümler anayasada ayrıntılı olarak belirtilmediği için bu gücün ayrılığı ve yetkileri sınırlı kalmıştır (bu konu özellikle 1955’ten 1960’a kadar iktidar partisinin uygulamaları nedeniyle çok zedelenecektir). Ayrıca anayasa, yasaların kendi koyduğu ilke ve kurallara uygun olup olmadığını denetleyecek mekanizmaları Mad. 103’te “hiçbir kanun anayasaya aykırı olamaz” demesine karşın getirmemiştir. Genel olarak gözlemlendiğinde 1924 Anayasası toplumsal ve siyasal yaşamı düzenlemek için çeşitli dönemlerde değişiklikler geçirerek (10 Nisan 1928′ de, 10 Aralık 1931’de, 5 Ocak 1935’te, 5 Şubat 1937’de) demokratik, laik ve devrimci gelişmelere uygun duruma getirilmeye çalışıldı. Ancak güçler karışımına dayanan Meclis egemenliği ve Meclis’i denetimde tutan tek parti (1950’ye kadar), ayrıca 1876 Anayasası’ndan gelen salt çoğunluk sistemine dayanan seçim sistemi, çok partili düzene geçildikten sonra sakıncalarını göstermeye başladı.

Bu kez de ezici çoğunluk kazanan parti Meclis’e egemen olmaya başladı. Bunun sonucu olarak çoğunluğun her şeye yetkili olduğu görüşüne varılarak azınlık hor görüldü; kamuoyu ve kamuoyunu oluşturup yönlendiren kuruluşlara karşı çıkılarak hak ve özgürlüklere büyük darbeler vuruldu. Böylece muhalefet yadsınmış, siyasal partilerin örgütleniş, işleyiş ve gelişmeleri engellenmiş, basın, hukuksal ve ekonomik önlemleriyle susturulmaya çalışılmış; devlet radyosu ve yönetim yanlısı gazeteler aracılığıyla kamuoyu yanlış yönlendirilmiş; yargı üzerinde ağır baskılar kurulmuştur. Partizanlık toplumsal ve ekonomi alanının her kesiminde kendini ağır biçimde kendini duyurmaya başlamıştır. Sonuçta türlü yasalarla vatandaşların temel haklarının kısıtlanması ve baltalanması, en önemlisi de yönetimin girişimiyle devleti temsil ilkelerinden uzaklaştırmaya ve devrim karşıtı çevrelerin etkisi altına almaya başlamaları bardağı taşıran damlalar oldu.

27 Mayıs 1960 İhtilali’nin getirdiği yeni durum içinde yeni bir anayasa yapma çalışmaları da başladı. Milli Güvenlik Komitesi (MGK) daha ilk günlerde İstanbul Üniversitesi’nden 7, Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 3 öğretim üyesi çağırarak bir Anayasa Komisyonu oluşturdu (İstanbul Komisyonu). Bu komisyonun hazırladığı ön tasarı 15 Ekim 1960’ta MGK’ya verildi. Bu ön tasarıya göre oluşturulan anayasa anketi çeşitli siyasal ve mesleki kuruluşlara, aydınlara, gazetecilere iletilerek görüşleri alındı. Bu arada Ankara Üniversitesi Siyasal bilgiler Fakültesi gerekçeleriyle birlikte bir anayasa tasarısı hazırladı. İstanbul Komisyonu da anketlere dayanarak ve İtalya ve Almanya anayasalarından yararlanarak bir anayasa hazırlamıştı. Temsilciler Meclisi, İstanbul Komisyonu’nun hazırladığı ön tasarıyı etüt metni, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin hazırladığı ön tasarıyı ise yardımcı metin olarak kabul etti. Tüm dünya anayasa sistemleri ve 1924 Anayasası da göz önünde tutuldu.

Bütün bu çalışmaların Türkiye’nin gerçekleriyle bağdaştırılması yönüne gidildi; geçmişte demokrasiyi ve siyasal yaşamı zedeleyen ve özgürlükleri ortadan kaldırımsına tehdit eden uygulamalar gözden uzak tutulmadı. Anayasanın anlaşılır ve uzun olmamasına çalışıldı; bu amaçla yalnızca belli organların kuruluşu ve ilişkilerini saptamakla yetinildi. Özgürlükler ve haklar bölümü geniş tutulmuş olan metin 9 Mart 1961’de Temsilciler Meclisi’ne sunuldu ve 27 Mayıs 1961 tarih 334 sayılı kararla kabul edildi. 157 asıl, 11 geçici maddeden oluşan 1961 Anayaası, 9 Temmuz 1961’de Türkiye’de ilk kez uygulanan bir yöntemle halk oyuna sunuldu ve oy kullanma hakkına sahip 12.735.000 kişinin % 83’ünün katıldığı oylama sonucu % 61.7 evet oyuyla kabul edildi.

1961 Anayasası’nda öteki anayasalarda olmayan bir bölüm vardı. Bu bölüm anayasa metninden sayılan başlangıç bölümüydü. Bu bölümde Anayasa metnine egemen olan felsefe ve siyasal esaslar belirtilmiştir. Buna göre 1961 Anayasası demokratik ve sosyal bir nitelik taşır. Yine başlangıç ilkelerinde vatandaşların anayasa ve hukuk dışı davranışlar karşısında “direnme hakkı” benimsenmiştir. Bunun dışında biçim açısından maddelerin konusunu ve aralarındaki bağlantıyı açıklayan “kenar başlıklar”a yer verilmiştir. Devlet düzeniyle ilgili maddeler Genel Esas-lar’ı kapsayan Birinci Kısım’da yer almıştır. Buna göre bir cumhuriyet olan “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyerek egemenliğin millette olduğu ve milletin bu egemenliği anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanacağı dile getirilir. Yasama (Md. 5) yargı (Md. 7), yürütme (Md. 6), birbirinden ayrılarak güçler ayrılığı gerçekleştirilmiş ve böylece meclis üstünlüğü ilkesi bir yana bırakılmıştır. 8. madde “Kanunlar anayasaya aykırı olamaz” hükmünü getirerek, anayasanın bağlayıcılığını dile getirir. İkinci Kısım 4 bölümden oluşur. Birinci bölüm, Temel Hak ve Ödevler ile ilgili Genel Hükümleri kapsar. Bu bölümdeki genel tutum, Batı Avrupa’daki gelişmelere benzer. 10. maddede “Herkes kişiliğine bağlı dokunulmaz devredilmez, vazgeçilmez, temel hak ve hürriyetlere sahiptir” denerek kişinin temel hak ve özgürlüklerini engelleyen toplumsal, ekonomik, siyasal engellerin kaldırılacağı vurgulanarak özgürleşmeye yarım edici bir tutum izler. 11. maddeyle de bu hakların ve özgürlüğün ancak yasayla, o da anayasanın ruhuna bağlı kalarak sınırlandırılabileceği ilkesini getirir. Dil, ırk, cins, siyasal düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetmeden yasa önünde eşitlik getirerek evrenselliğe yönelir. İkinci bölümde ayrıntılı biçimde kişinin hak ve ödevleri sıralanır. Bu bölümde ayrıca basın ve yayım, toplantı hak ve özgürlükleriyle ilgili hükümler yer alır. Üçüncü bölümde ise toplumsal ve ekonomik alanındaki hak ve ödevler söz konusudur.

Dördüncü bölüm siyasal haklar ve ödevleri düzenler. Seçme ve seçilme hakkı, parti kurma, partilerin uyacakları esaslar ayrıntılı olarak açıklanır. 1961 Anayasası’nda Üçüncü bölüm üç bölümden oluşur. Birinci bölümü, yasamayı yani TBMM’nin kuruluşu (TBMM’nin Millet Meclisi ve Senato’ dan oluştuğu Mad. 63) görev ve yetkileri sayılır. Mad. 67 ile Millet Meclisi’ nin 450 milletvekilinden Cumhuriyet Senatosu’nun ise 150’si genel oyla seçilen, 15’i cumhurbaşkanınca belirlenen ve MBK ile eski cumhurbaşkanlarından oluşacağı hükme bağlanarak Meclis ve Senatoya seçilme koşulları sıralanır.

1961 Anayasası çift meclisi, 1960 öncesinin tek meclisinden doğan sakıncaları gidermek için benimsemişti. Bu bölümde ayrıca meclislerin çalışma biçimi de yer alır. İkinci bölümü, Cumhurbaşkanlığı, Bakanlar Kurulu, idari, iktisadi ve mali hükümlerle ilgili bölümleri içerir.

Üçüncü bölüm Yargı’yı düzenlemiştir. Bu bölümde mahkemelerin bağımsızlığı, yargıçların güvencesi, mahkemelerin kuruluşu, askeri yargı, Yargıtay, Danıştay, Uyuşmazlık Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu ile ilgili hükümler yer alır. Bu bölüm ayrıca ilk kez 1961 Anayasası ile getirilen Anayasa Mahkemesi’nin de kuruluş, üye seçimi, görev yetkileriyle, çalışmasını düzenleyen hükümleri kapsar. Dördüncü bölüm, Devrim yasalarının korunması (eğitim, şapka, laiklik, medeni kanun, uluslararası kurallar, Latin alfabesi, lakap ve unvanların kaldırılması ve kıyafet yasaları) içerir. Beşinci bölüm, geçici hükümleri; Altıncı bölüm ise, son hükümleri içerir. 1961 Anayasası; 1968’den soma öğrenci olaylarıyla gelişen ve kamu düzenini bozucu aşamalara ulaşan hareketler ve iktidarın bundaki ihmali üzerine 12 Mart Muhtırası sonucu (1971), 25 Eylül 1971’de ilk değişikliğe uğradı. Temel hak ve özgürlüklerle yasama organının yetkileri konusunda bazı değişiklikler yapılarak Bakanlar Kurulu’ na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi tanındı. 1961 Anayasası ile üniversiteler ve TRT’ye tanınan özerklik kaMırılarak TRT’nin bağımsız olduğu, üniversitelerin ise devletin dene-

tim ve gözetiminde olacağı, gerektiğinde hükümetin üniversiteye el koyabileceği hükümleri eklendi. 1971 değişikliği asker kişilerle ilgili yönetsel işlem ve eylemlerin yargısal denetimini Danıştay’dan alarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne verdi. Yönetimin her türlü işlem ve eylemi için yargı yolunun açıklığı ilkesini getirdi.

1961 Anayasası, ikinci değişikliği 15 Mart 1973’te geçirdi. Bu değişiklikle devlet düzenine karşı işlenen suçları yargılamak için Devlet Güvenlik Mah-kemeleri’nin kurulması gerçekleştirildi (136. mad. eklenen 3-4-5-6-7 fıkralarla). Bir başka değişiklik de 138. maddede yapılarak olağanüstü durumlarda askeri mahkeme üyelerinin yargıçlık mesleği dışından da olabileceği hükmü getirildi; Yargıtay’ın kuruluşu yeniden düzenlendi (Mad. 139). Ancak ne 1961 Anayasası’nın özgürlüklere yer veren özü, ne 1971 değişiklikleriyle devleti koruma kaygısı, ne de 1973 değişiklikleri ülkenin içinde bulunduğu toplumsal ve siyasal çalkantıları önleyemedi. Gelişen olaylar, anarşinin hızla tırmanışı, siyasal partilerin koşulları gereği içinde bulundukları anlaşmazlık, güvenlik güçlerinin yanlı tutumu 1979’dan sonra birtakım illerde sıkıyönetimin ilanına karşın ülkenin bir iç hesaplaşma eşiğine gelmesi 12 Eylül 1980’de Silahlı Kuvvetler’ in yönetime el koymasıyla sonuçlandı. Yönetime el koyan Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları, Milli Güvenlik Konseyi’ni (MGK) oluşturarak 12 Eylül 1980 tarihli 1 numaralı bildiriyle tüm yetkileri eline aldı. Parlamento ve hükümet dağıtıldı, üyelerin dokunulmazlığı kaldırıldı. Ülke çapında sıkıyönetim ilan edildi. 27 Ekim 1980’de 2321 sayılı “Anayasa Düzeni Hakkında Kanun” ile geçici anayasa düzeni sağlandı. Bu yasaya dayanarak MGK, Meclis’in yetkilerini devraldı. 29 Ekim 1981’de 2485 sayılı “Kurucu Meclis Teşkili Hakkındaki Kanun” ile Danışma Meclisi kuruldu. Böylece başlatılan ve geçiş dönemi diye adlandırılan bu çalışmalar içinde ülkenin yeniden demokrasiye geçebilmesi için bir anayasa yapılması uygun görüldü. Bu anayasanın hazırlaması için MGK ve Danışma Meclisi, Kurucu Meclis olarak görev yaptı. Kurucu Meclis, Orhan Aldıkaçtı başkanlığında bir Anayasa Komisyonu oluşturarak bir anayasa metni hazırlattı. Bu metin Danışma Meclisi’nde de kabul edilip MGK’ince son biçimine kavuşturulduktan sonra 7 Kasım 1982′ de halkoyuna sunuldu. % 92 gibi büyük bir çoğunlukla benimsenen yeni anayasa, 9 Kasım 1982’de yürürlüğe girdi.

Yürürlüğe girdiği günden günümüze kadar tartışma konusu olan 1982 anayasası bir çok revizyondan geçmiş en son 12 EYlül 2010 tarihinde yapılan referandum ile köklü değişikliklere gidilmesine rağmen gerek siyasi gerekse STK’lardan sürekli olarak yeni anayasa yazılması ile ilgili baskılar ve açıklamalar gelmeye devam etmektedir.

Advertisement


Leave A Reply