Tunç Çağında İnsanlar Nasıl Yaşadı? Tunç Çağı Buluşları ve Gelişmeler

0
Advertisement

Tunç Çağı, (bronz çağı) ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Tunç Çağı’nda insanların yaşam şekli, yaptıkları, buluşlar ve gelişmeler.

Yeryüzünde bundan milyonlarca yıl önce görünmeye başlayan ilk insanlar nasıl yaşarlardı, hiç düşündünüz mü?

Bugünkü yaşayışımıza o kadar alışmışızdır ki çevremizdeki şeyler olmadan bir insanın nasıl yaşayabileceğini düşünmek bize zor gelir. Gerçekten, o günlerde ne ev vardı, ne odaları ısıtacak soba; ne bir yerden bir yere gitmek için araba bulunurdu, ne de uzak yolculuklar için tren, vapur, uçak. Bugünkü yiyeceklerimizin başında gelen ekmeği bile o çağların insanları bilmiyorlardı. Bu yoksunluklar içinde bir Taş Çağı insanının yaşayışı türlü zorluklar arasında geçerdi.

AİLENİN KÖKÜ ÇOK ESKİ

Aile daha o çağlardan beri kurulmuştu. Ev yerine bir mağarada yatıp kalkan ailenin erkeği, sabah olup kalkınca, evinin yiyeceğini sağlamak için yola koyulurdu. Onun günlük işlerinin başında av gelirdi. Esnek bir dalı büküp iki ucu arasına ip bağlayarak germiş, kendine bir yay yapmıştı: bununla ok atmasını da öğrenmişti. İşte bu silahını alır, ava çıkardı. Ok atarak tavşan, sincap, karaca gibi hayvanları vurmak oldukça kolaysa da, balık tutmak zordu. Düşüne düşüne bunun da yolunu bulmuş, bir ipin ucuna sivri bir çengel takarak ilk oltayı da yapmıştı. Erkek, vurduğu hayvanları yüklenerek, eve geldiğinde karısını mağaranın önünde ateş yakmış bulurdu.
Çoluk-çocuk, bütün aile ateşin başına toplanırlar, av etlerini pişirerek yerlerdi. Akşama da böyle bir yemekle karınlarını doyururlar, sonra mağaralarına kapanıp uyurlardı.

Daha o çağlarda bile, kadınla erkek arasında iş bölümü yapılmış, böylece de aile kurulmuştu. Bundan dolayı, uygarlığın temeli ailedir diyebiliriz.

Kadın, yaradılışı bakımından, erkekten daha ufak, daha ince yapılı olduğu için, mağaradaki ev işleriyle uğraşır, ava çıkmazdı. Ava gitmek, yuvayı yırtıcı hayvanlara karşı korumak erkeğin göreviydi. Çocuklara da analar bakardı. Onlar da, büyüyünce, erkekse babasının yolundan gider, kızsa annesine yardım ederdi.

Advertisement

Tunç Çağı

İLK ŞEHİRLER KURULUYOR

İlk insanlar, çevrelerini kuşatan doğanın kanunlarını öğrendikçe yaşayışlarını daha iyi bir biçime sokmaya başladılar. Bu arada, mağaralardan çıkıp, kendilerine ağaç kütüklerinden, dallardan, otlardan, sazlardan kulübeler kurdular. Sonra, topraktan tuğla yapmasını öğrendiler. Bunlarla evler yaptılar.

Ev kurmasını öğrenince, insanların toplum hayatı başladı. Artık av peşinde koşarak, oradan oraya dolaşıp durmuyorlardı. Herkes evini birbirine yakın yapmıştı. Böylece, köyler meydana geldi. Köyler büyüdü, kasaba, kasabalar şehir oldu. insanlar şimdi birçok işler yapmasını da öğrenmişlerdi: Kimisi deriden ayakkabı yapıyor, kimisi bitki saplarından kumaş dokuyor, kimisi ağaçları kesip biçiyor, marangozluk ediyordu.

Gide gide, böylece meslekler ortaya çıktı. Şimdi insanlar birbirleriyle alışveriş ediyorlar, kendilerine gereken şeyleri o işlerle uğraşanlardan alıyorlardı. Birbirleriyle yoğrulup bir toplum olmuşlar, hep bir arada, birbirine uyarak yaşamaya başlamışlardı. Böylece uygarlık doğdu, gittikçe de gelişti.

İLK UYGARLIK ASYA’DA DOĞDU

Bundan 6000 yıl kadar önce M. Ö. 4000 yıllarına doğru Asya’da çeşitli uygarlıklar gelişti. Bunların kimi birbirine yakın, kimi de uzak bölgelerdeydi; içlerinde hızla gelişenler olduğu gibi ilerlemeleri yavaş olanlar da vardı.

Aral Gölü ile Hazar Denizi arasındaki bölgede yaşayanlar kendilerine, odunlardan kurulup sazla kaplanmış olmakla birlikte, çok düzgün kulübeler yapmışlardı; avcılıkla olduğu gibi balıkçılıkla da geçiniyorlardı. Kaba toprak kaplar kullanıyorlar, taştan kemikten el araçları yapıyorlardı. Buna karşılık, daha doğuda, Yenisey kıyılarına yakın bölgelerde, tarımla, avla uğraştıkları halde, inek, at gibi hayvanlar yetiştiren insanlar vardı ki bunlar toprak kap yapmada Hazar kıyılarındakilerden daha ileri gitmişlerdi; kapların üzerine ilkel süslemeler de yapıyorlardı.

Advertisement

bronz çağı

TUNÇ ÇAĞI BAŞLIYOR

M. Ö. 2000 yıllarında Asya’nın hemen her bölgesinde oldukça ileri bir uygarlık gelişmiş bulunuyordu. Altay Dağları’nda yaşayanlar topraktan maden çıkarıp eritmesini, birbirine katmasını da biliyorlardı; bu arada, bakırla kalayı karıştırarak tunç elde ediyorlar, bundan çeşitli kaplar yapıyorlardı. Böylece, insanlık tarihinde Tunç Devri başladı.

Baykal Gölü çevresinde yaşayanlar da çeşitli alanlarda hayli ilerlemişlerdi. Avcılığı, balıkçılığı, tarımı komşularından ileri götürdükleri gibi, sanatta da büyük bir gelişme göstermişlerdi: Taşları, kemikleri, tahtaları yontup oyup üzerlerine türlü şekiller işliyorlar, yeşim taşını düzleyip parlatarak süsler, ufak heykeller de yapıyorlardı. Bunların, M. Ö. 1700 – 1200 yılları arasında, toprakla ilgili putlara taptıkları da anlaşılıyor.

BİLGİ ALIŞVERİŞİ

Çeşitli bölgelerdeki insan toplulukları arasında artık bilgi alışverişi de başlamıştı. Bu işte çöllük bölgelerdeki insanlar üzerlerine bir aracılık görevi almış gibiydiler: Hayatlarını hayvan otlatacak yerler aramakla geçiren bu göçebeler bugünkü Çin’den Mançurya’ya, Türkistan’dan Moğolistan’a kadar dolaşıp duruyorlar, her gittikleri yerden de gördüklerini, öğrendiklerini başka yerlere aktarıyorlar, birinden öbürüne mal götürüyorlardı. Bu arada, Baykal’lıların, onlar aracılığıyla, dış ülkelere yeşim taşından yapılmış eşya sattıkları da anlaşılıyor.

AYIYA TAPANLAR DA VARDI

Asya’nın doğu bölgelerinde, Büyük Okyanus kıyılarında daha ağır ilerleyen uygarlıkların izlerine rastlıyoruz. Bunlar ev yapmasını daha öğrenmemişler, mağara çağından ancak bir adım ileri gitmişlerdi: Toprağın içini oyup üzerini sazlarla kapattıkları inlerde yaşıyorlardı. Bunlardan, su kıyılarına yerleşmiş olanlar balıkçılıkla, daha içeridekiler de avcılıkla geçiniyorlardı. Ayı avı başta geliyordu. Aynı zamanda, ayıya da tapıyorlardı.

Bugünkü Japonya’da ilk yerleşme izleri M. Ö. 3500 yıllarında başlamışsa da ilerleme geç olmuştu. Orada yaşayanlar ancak 2000 yıllarında düzgün toprak kaplar yapmaya başlamışlardı. Bunların çok tuhaf biçimleri vardı. Jomon uygarlığı adı verilen bu gelişmeler Sibirya’da, Çin kıyılarında meydana gelen medeniyetlerle yakınlık gösterir.

GERİ KALANLAR KÖLE OLUYORLAR

Yavaş gelişen uygarlıklardan birini de Güneydoğu Asya’daki topluluklarda görüyoruz. Annam’da Hoa-Bin insanları M. 0. 4000 yıllarında daha Eski Taş Çağı’nda bulunuyorlardı. Uygarlıkta geri kalan her topluluk gibi, onlar da, çok geçmeden, daha ileri insanların egemenliği altına girdiler. Şimdi Annam’ı ellerine geçirmiş olan Ba-Ksuyenler çoktan Cilalı Taş Devri’ne geçmişler, tarımda da oldukça ilerlemişlerdi.

Daha güneyde bugünkü Çin kıyılarında, îndonezya, Melanezya adalarında balıkçılık, denizcilik ilerlemiş, tarım geri kalmıştı. Ora insanları ancak M.Ö. 2000 yıllarının sonlarında tarıma geçebildiler. Dicle ile Fırat arasındaki toprakların daha kuzey kesiminde yaşayanlar da aşağı-yukarı aynı uygarlık seviyesine gelmişlerdi. Bunların, yazı deyemezsek de, ona benzer, birtakım anlamları olan şekiller çizdiklerini görüyoruz. Mezopotamya’nın güney kesimlerinde ise, M. Ö. 5 – 6000 yıllarında, daha geri bir uygarlık bulunuyordu. Buralardaki insanlar yalnız avla, avcılıkla, balıkçılıkla geçiniyorlardı. Bölgenin bataklık oluşundan dolayı tarım pek ilerleyememiş, madencilik ise hiç gelişmemişti.

YAKIN DOĞU’YA UYGARLIK ASYA’DAN GELDİ

Dicle ile Fırat’ın Basra Körfezi’ne dökülmek üzere birleştiği yerin yakınlarında, Eridu’da, M. Ö. 4000 yıllarında, bundan öncekilerden çok daha ileri bir uygarlık kuruldu, köyler şehir görünüşü almaya başladı. Kuzeyden gelip oralara yerleşen yeni insan topluluğunu içinde bulundukları koşullar çerden-çöpten kulübeler yerine daha sağlam
yapılar kurmaya zorluyordu, çünkü çiftçilik edebilmek için toprakla suyu birbirinden ayırmak gerekiyordu. Bunun için, önce suları tutacak setler kurdular; daha sonra bu yapı tekniğini daha da geliştirdiler. Güneş Tanrısı için kurdukları tapınak gerçekten oldukça ileri bir yapı sanatının eseriydi.

Aynı biçim tapınaklar daha sonra El-Ubeyd’de, Ur’da, Lagaş’ta, Uruk’ta, Gaura’da da kuruldu. Bunun yanısıra evler de bir barınak olmaktan çıkıp konut halini almaya başlamıştı; eski çıplak evler şimdi taştan, tahtadan, topraktan eşya ile doluyor duvarları süsleniyordu.

İnsanlık tarihinde El-Ubeyd Uygarlığı olarak anılan bu çağın insanı, kilden putlar yaptığı gibi, tartıyı biliyor, terazisinde kilden iğ yapmış, yün eğiriyordu; altın, bakır, kurşun gibi madenleri işleyerek çeşitli eşya yapıyordu. Ticarette de ilerlemişlerdi. Daha kuzeydeki Susa, Siauk gibi kervan kavşaklarına kadar gidiyorlar, oralardan maden, değerli taş, işlenmiş çanak-çömlek gibi mallar alıyorlardı. Güneyde başlayan bu El-Ubeyd Uygarlığı daha sonra bütün Mezopotamya’ya yayıldı.

Advertisement

bronz çağı

SÜMERLER YAPI SANATINDA ÇOK İLERİYDİLER

M. 0. 3200 yıllarında işte bu bölgede yeni bir insan topluluğunun —Sümerler’in— yerleştiğini görüyoruz. Bunlar Orta Asya’dan gelmişlerdi. Yapı sanatında kendilerinden önce oralarda oturanlardan çok daha ileriydiler. Eridu’ da, Uruk’ta büyük, kunt tapınaklar yaptılar. Tapınaklarını odalara, hücrelere bölüyorlar, duvarlarını süslüyorlardı.

Sümerler yeni ülkelerine gelirlerken yazının da ilk temellerini getirmişlerdi. Resim-yazı denilen bu yazıyla, anlatmak istedikleri şeylerin basitleştirilmiş şekillerini çiziyorlar, eşyadan başka, düşünceleri, kavramları da belirtmek için birtakım «söz işaretleri» kullanıyorlardı. Çok geçmeden, bunlara yüz tane «ses işareti» de eklediler ki, böylece yazı ortaya çıkmış oluyordu.

Sümer şehirlerinde devlet yönetiminin de esasları kurulmuştu. Yalnız, tarihin daha ileri çağlarında da görüleceği gibi, devletin yönetiminde din başkanlarıyla ordu komutanları arasında çekişme de başlamıştı, iktidar askerle sivil arasında el değiştiriyordu.

SÜMER SANATI

Sümerler bir bakıma baskı tekniği de bulmuşlardı: Yazı işaretlerini silindir biçimi taşlar üzerine kabartma olarak işliyorlar, sonra bu silindirleri kilden yaptıkları yumuşak levhalar üzerinde döndürerek toprağa kazmış oluyorlardı.

Sümer heykelcileri eserlerini taştan yontuyorlar, mimarlar ise tuğladan büyük anıtlar kuruyorlardı. Ziggurat denilen bu anıtlara da kilden levhalar üzerine çivi biçimi yazılarla destanlar işliyorlar, yaptıkları savaşları, hükümdarlarının zaferlerini anlatıyorlardı.

Sümerlerin çivi biçimi yazıları ondan soma bütün Mezopotamya, Yakın Doğu Uygarlıklarının yazılarına temel oldu, M. O. 1000 yıllarına kadar da hep bu biçim yazı kullanıldı. Sümer yapı sanatı ise ondan sonra bütün o dolaylarda kurulan medeniyetlere yol gösterdi. Bu arada, Sümerler, bulundukları bölge taş bakımından fakir olduğu için, tuğla yapmasını da icat ederek medeniyette yeni çığırlar açacak olan çok önemli bir adım attılar.

SÜMERLERİN BULUŞLARI

O zamana kadar su setleri, duvarlar taşlarla örülüyor, yapılar da bu teknikle kuruluyordu. Taş yapılar ise, bu malzemenin ağır oluşundan dolayı, pek yüksek olamıyordu. Buna karşılık, topraktan, kilden, balçıktan kurulan yapılar da sağlam olmuyor, yağmurda parçalanıyordu.

Sümerler bunun ikisi ortasını buldular: Toprağın güneşte kuruyunca, ateşte pişince sertleştiğini görmüşler, ufak toprak külçelerine dikdörtgen biçimi verip fırında pişirmişlerdi. Böylece elde edilen tuğlaları üst üste koyarak, •aralarını suya dayanıklı bir madde olan katranla doldurup birbirine pekiştirerek hem çok yüksek, hem de çok sağlam binalar yapabiliyorlardı. Az rastlanan taşı ise artık yalnız heykellerinde kullanabiliyorlardı.

Sümerler, tuğla tekniğini seramiğe de uygulayarak, bu alanda da ilk sanat eserlerini verdiler. Çamurdan yaptıkları çeşitli biçimde tabak, çanak gibi şeyleri fırınlarda pişiriyorlar, üzerlerini geometrik şekillerle süslüyorlardı. Aynı teknikle ufak heykeller, kabartmalar da yapıyorlardı.

Sümer sanatında büyük bir gerçekçilik göze çarpar. Sanatkârlar günlük olayları, bu arada aslan avı gibi heyecanlı maceraları kabartmalarla işlemişler, ya da silindir biçimi kalıplara kazarak kil levhalar üzerine basmışlardır.

Advertisement

TUFAN HER ŞEYİ YOK ETTİ

Sümer Uygarlığının Tufan’la sona erdiği anlaşılıyor. Asurlular’ın Gılgamış Destanı’na göre, tanrılar insanları işledikleri suçlardan dolayı cezalandırmaya karar vermişler, yeryüzüne Tufan’ı göndermişlerdir. Gerçekten, Sümer şehirlerinin korkunç bir su baskınında yıkılıp ortadan silindiğini gösteren birçok izler bulunmuştur. Bu arada birkaç şehir, köy kurtulduysa da Sümer medeniyeti daha gelişmemiş, ülkeye gelen başka kavimlerin eserleri altında ezilmiştir.

Bununla birlikte, Sümer Uygarlığının etkisi daha sonraki yüzyıllara kadar sürmüştür. Bir yandan, yıkılmış şehirlerin ahalisi bölgeye gelen yeni kavimler arasına dağılırken kendi kültürlerini de onlara tanıtmışlar, öte yandan oraya yerleşen yeni insanlar bölgenin çeşitli eserlerinden yararlanarak, geliştirmişlerdir. Her güçlü uygarlık gibi Sümer Uygarlığı da, bunu yaratan ulus ortadan kaybolduktan sonra, ilerki yüzyıllarda canlılığını bir dereceye kadar da olsa sürdürmüştür.


Leave A Reply