Fenomenoloji Nedir? Felsefede Görünüşlerin Araştırılması Ne Demektir?

0
Advertisement

Görüngübilim olarak da bilinen Fenomenoloji nedir, ne demektir? Fenomenolojistlerin görüşleri nasıldır, felsefedeki yeri nedir?

Fenomenoloji

Fenomenoloji

Fenomenoloji görünüşlerin araştırılmasıdır. Ama felsefeciler görünüşleri araştırıyoruz dediklerinde ne kastediyor olabilirler? Felsefeciler böyle çapraşık sorular sormakla ünlüdür. Bu soru özellikle tuhaftır. Bilgelik aşkıyla yanıp tutuşanların şeylerin “gerçek doğası”nı, örneğin aşkı, atları, birayı incelemesi beklenmez mi? Bazı filozoflar görünüşler ile gerçekliği birbirinden ayırmayı tercih ederler. Bu da gördüklerimizin gerçekten var olanlar olmadığı ya da gözle görülenin, görülenin gerçekliği olmadığı anlamına gelir. Epeyce bir edebiyat yapıtı ve birçok film “şeylerin hiç de göründükleri gibi olmadığı” türünden bir düalizmle oynamışlardır. Bu teori, altta yatan ve şu ya da bu biçimde gün yüzüne çıkarılması gereken bir hakikat olduğu anlamına gelir. Oysa fenomenolojistler bu tür bir yönelişi küçümser, karşımıza çıkan görünüşleri incelemeyi tercih ederler. Duyularımız başka neyle temas edebilir ki, diye de sorarlar.

Fenomenolojistler

Fenomenolojistlerin kanısına göre, felsefenin büyük bölümü bilginin kökeni ve gerekçelendirilmesi sorunuyla kendi başını derde sokmuştur. Ampiristler duyuların geçerli olduğunu ve algılanan şeylerin gerçek olması gerektiğini, buna karşılık rasyonalistler yalnızca zihnin tümdengelim işlemlerinin anlamlı olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Fenomenolojistler bu tartışmada taraf tutmamayı tercih ederler, zihnin çalışması ile beden arasındaki ikiliği çözüme kavuştururlar, fenomenlerle (görüngülerle) karşılaşmanın tutarlılığını vazederler. Şeylerin gerçekten nasıl olduğunu yalnızca algılarımız yoluyla bilemeyiz, çünkü her açı değişikliği görülen şeyin alternatif bir görünümünü sunar bize.

Karşımdaki sandalyenin üzerindeki “kahverengi”, bir örnek bir renk gibi görünür, ama bir dizi farklı tonu vardır. Buna rağmen “kahverengi”, zihnimin kahverengiye benzer nesneleri başka renkteki nesnelerden ayırmak için kullandığı tümel bir kavrama aittir. Yani, duyular genel olarak herkes tarafından kabul edilmesi mümkün olan bir gerçekliği değil, yalnızca kişisel olarak karşılaştığımız şeyleri algılar. Siz meseleyi benden farklı göre-ceksinizdir; kim bilir köpek sandalyeyi nasıl algılıyorsa, ondan da. Ama mantıksal-tümdengelimci yöntemin de bilme eylemi için yeterli olmadığını kabul etmek gerekiyor.

Bu konuda, daha erken aşamada, 18. yüzyıl başından 19. yüzyıla kadar ileri sürülen fikirler ile 20. yüzyılda sorunu ele alanlar arasında bir kanaat farklılığı ortaya çıkıyor. Örneğin, Kant’ı etkilemiş olan ve bu sözcüğü ilk ortaya atmış olan Lambert’e göre bu kavram bilincin araştırılması demektir. Kant kendinde-şeylerin, yani algıladığımız şeylerin özlerinin bilinemeyeceğini, yalnızca olduğumuzu bilebileceğimizi ileri sürüyordu. Hegel için, fenomenoloji şeylerin bize göründüğü biçimde incelenmesidir; her şeyin altında yatan hakikat konusunda (bu hakikat nihai olarak Hegel’in Mutlak Tin dediği şeyin hakikatidir) bunlar aracılığıyla bir kavrayışa ulaşmak söz konusudur.

Advertisement

Modern fenomenoloji

Modern fenomenoloji, Husserl’in şeyleri bilmek için yeni bir yöntem sunma çabasıyla başlar. Burada gördüklerimiz, zihnimizin ele aldığı görünüşlerdir. Sonra zihnimizi, algılanan şey hakkında sahip olduğumuz tablodan esasa ilişkin olmayan bütün unsurları elemesi konusunda teşvik edersek, o zaman bilincimizde muhafaza ettiğimiz şeyler hakkında eidetik. (ideal) bir sezgiyi edinebilecek bir durumdayız demektir. Bir şeyin gerçekten ne olduğunu, kişisel, sezgiye dayalı bir kavrayışla öğreniriz. Husserl’in projesi aynı zamanda işin aslıyla bağlantılı olmayan her şeyi dışarıda bırakmaktır. Bir şey eğer görülmüyorsa o zaman zihnin incelemesinin konusu olamaz. Bu adımın içermesi, benzer biçimde spekülatif metafiziğin (Tanrı neye benziyor?) de zihinde hiç yeri olmadığını söylemektir. Çünkü karşılaştığımız şeylerden türetilmemiştir.

Bazı bakımlardan, Husserl’i varlıklar hakkında ampirist bir görüş sunan biri olarak görebiliriz. Hume’un varlıkların ikincil faktörleri içeren kavramlaştırmalarının neden-sonuç ilişkilerini içerdiğine dair anlayış konusundaki kuşkuculuğunu genişletir. Ne var ki, vurgu “orada dışımızda” ne olduğundan ziyade bilincin ne anladığı meselesi üzerinedir. Bilinç ile kastedilen ise “bilimsel” üçüncü tekil şahıstansa birinci tekil şahıs bakış açısıdır. Düşüncelerimizi içimize çevirdiğimizde, bilincimizin bir nesneye yönelmiş olduğunu görüyoruz. O nesneye ilişkin bir yönelimselliği var. Böylece o şeyle buluşmamız bilincimiz aracılığıyla olur. Nesne karşılaşılan bir varlık olabilir veya öfke gibi bir psikolojik durum olabilir veya bir anı olabilir veya bir şey konusunda arzu olabilir. Örneğin acının bilincindeyim demek bilincimi yönelimsel bir biçimde acı denen fenomene yöneltiyorum demektir. Bu da benim büyük harfle yazılmış Acı ile ilgili olarak bilgilenmeme destek oluyor. Bilincin kendisi ise mekân ve zaman bilinci, benlik, ötekiler, kendi hareketimiz, şu andaki (örneğin kültürel ve politik) durumumuz konusunda bir farkındalık türünden bir dizi başka deneyimi gerektirir.


Leave A Reply