Tulumbacılar Hakkında Bilgi

0
Advertisement

İstanbul’da Osmanlı döneminde yangınlara müdahale etmek adına kurulmuş bir sistem / düzen olan tulumbacılar ve Tulumbacılık sistemi ile ilgili bilgiler.

Tulumbacılar
İstanbul’un geçmiş yıllardaki ezeli dertlerinin başında şüphesiz yangınlar gelirdi. Evlerin ahşap, sokakların çoğunlukla dar oluşu, parlayan bir kıvılcımın birden alev almasına ve koca koça mahallelerin kömür yığınına dönmesine sebep olurdu. O devrin yangınları müthiş bir afet halinde idi. Günlerce sürüp gider, önüne gelen her şeyi silip süpürür, kol kol etrafa yayılırdı. Böylece uygarlığımızın nişanesi nice nice evler, konaklar, sahil saraylar birer birer yok olup gitmiştir.

Bu korkunç afeti kısmen de olsa önleyebilmek için ilk defa on sekizinci yüzyılda, Sultan Üçüncü Ahmet devrinde, Yeniçeri ocağına bağlı bir tulumbacı ocağı meydana getirilmiştir. Bundan sonra da yangınlar tulumbacı ocağı ve halkın el ele vermesi ile söndürülmeye başlanmıştır. Yeniçeri ocağının lâğvedilmesinden sonra her mahallede ayrı ayrı tulumbacı sandıkları tesis edilmiştir.

İstanbul yaşantısında isminden sık sık söz edilen tulumbacılık hevesi kısa zamanda öylesine yayılmış ve gönüllü bulmuştur ki, hemen her çeşit insan tulumba sandığının altında koşmaya başlamıştır. Bazen bir kalem efendisi, varlık içinde büyümüş bir beyzade, fesi kaşı üzerine eğik bir bıçkın ile aynı heves ve aşk uğruna omuz omuza gelmiştir. O günlerde bir nevi spor mücadelesi olarak nitelenen tulumbacılığın bugünkü kulüpler ve onların taraftarlarının bir başka çeşidinde ararsak hiç de yanılmayız.

Mahallelerin yiğitlik ve aynı zamanda şeref sembolü olan tulumbacı sandıklarının kendine has kuruluşları, birinci, ikinci, üçüncü takımları, yedekleri, bekarlar için de koğuşları vardı. Tulumbacılar kendi aralarından birisini,
mahalle ihtiyar heyetinin tasvibini aldıktan sonra baş reis seçerlerdi. O da ikinci reisi, fenerciyi, borucuyu, köken-ciyi tayin ederdi. Fenerci, sandığın önünde koşarak geceleri yol açar, borucu da gündüzleri borusunu öttürerek aynı işi yapardı. Kökenci hortumu taşır, yangında da su tazyikinden hortumun bağlandığı yerden çıkmamasına gayret ederdi. Sandığı taşıyanlara da uşak ismi verilirdi. Bunlar özel kıyafetler giyerlerdi. Umumiyetle sırtlarında eflâtun, vişne çürüğü mintanlar, bunun üzerine camanvari kavuşturma yelek, iki önlü ceket, ayakta da köpüklü veya kapaklı diye isimlendirilen pantalonları olurdu. Gayet tabiî bu giyimi sivri burunlu, yumurta ökçeli, şıpıdık kundura ile püsküllü dar bir fes tamamlar, bıçkının kuşağı içerisindeki saldırma da hiç ihmal edilmezdi.

Tulumbacı sandıklarını birbirinden ayırt etmek için omuzlarına apuletler dikilir, buraya da sandığın veya tepeliğinin resmi konulurdu. Eski İstanbul’un namlı tulumbacı sandıklarının isimleri günümüze kadar gelmiştir. Bunların belli başlıları : Çeşme meydanı, Firuz Ağa, Boğazkesen, Piri Paşa, Kadırga, Aksaray, Fethiye, Mevlâne Kapısı, Zaptiye Kapısı, Selimiye ve Paşakapısında bulunurdu. Tulumba sandıkları muayyen tulumbacı kahvehanelerinde, mahalle mescitlerinde veya uygun bir yerdeki sundurmanın altında dururdu. Her mahallenin kendine has bir tulumba sandığı vardı. Bu sandıkların üzerlerindeki şemseler pırıl pırıl, boyaları ise gıcır gıcırdı.

Advertisement

Ayrıca göğüs tahtasına da deniz kızı, yangın kulesi, Göksu ve Kâğıthane’nin resimleri yapılırdı.

O devirde yangını Beyazıt ile Galata kulelerine asılan sepetler veya fenerler haber verirdi. Gündüzleri dört yuvarlak sepet, geceleri ise dört fener görülürse yangının İstanbul yönünde olduğu anlaşılır; iki sepet veya iki fener de Beyoğlu, Boğaziçi veya Üsküdar’ı işaret ederdi. Bunun yanında yangın Üsküdar’da ise İcadiye’den top atıldığı da görülürdü.

Yangın haberi duyulur duyulmaz, tulumbacılar toplantı yeri olan kahvehaneye doluşurlar, üstlerini başlarını âdeta paralaya paralaya soyunup yola koyulurlardı. Onların gürültülerini, naralarını işitip yataklarından fırlayanlar gökyüzünü kıpkırmızı görünce dehşet içerisinde kalırlardı.

Tulumba takımı yola düzüldüğü zaman nara atılması da bu işin raconu idi. Gelişi güzel nara atılıp bu arada yangının yeri belirtilir, ayrıca hangi mahallenin tulumba takımının geçmekte olduğu da ilan edilirdi.

— Hayt… Hayt… Beşiktaş’a Valde Çeşmesi’nde…

— Cibalikapılılar, her yerde metin Cibalikapılılar…

Advertisement

Bununla beraber tulumba takımları pek fazla ses çıkarmadan koşar, sadece çıplak ayaklarının şapırtıları duyulurdu. Tulumbacılara gelişi güzel yangının yeri sorulmazdı. Onu sormanın da bir adabı vardı. Şayet yanılıp «yangın nerede?» diyen olursa, sunturlu bir küfürle karşılaşırdı. Bu yüzden «Uğurlar ola» diye seslenilir ve yangının yeri de böyle soranlara edepli bir şekilde söylenirdi. Yangın yerine doğru şehrin çeşitli mahallelerinden yola çıkan tulumba takımları arasında amansız bir mücadele başlardı. Her tulumba yangının baş gayesi, yangın yerine diğerlerinden önce gitmekti. Bu arada arkadan gelenin öndekini geçmesi çok ayıp sayılırdı. Bunun için tabana kuvvet koşulur, geçilmemek için akla gelen her çareye baş vurulurdu. Önde giden bazen yola çivi döker, taraflar sille tokat birbirlerine girerler, yaralananlar hattâ ölenler olurdu. Kavgadan galip çıkan taraf, sanki hiç bir şey olmamışçasına yeniden yola düzülürdü.

Nitekim bir Üsküdar yangınında Paşakapılılar ile Daireliler arasında tulumbacı kavgalarının en kanlısı cereyan etmiştir. Taraflar birbirlerine bıçak, kama, tulumbanın baskı kolları, kısacası ellerine ne geçtiyse girmişler ve bu arada zamanın en namlı tulumbacısı Toygarlı Rıza öldürülmüştür. Böylesine iyi niyetle kurulan tulumbacılık teşkilâtı zamanla bozulmuş, bir takım serserilerin toplandığı yer olmuş, yangınlarda ise değil yardımcı olmak, çapulculuk yapılmaya başlanılmıştır. Bundan ötürü tulumbacı tâbiri külhanbeylik ile birbirine karışmıştır.


Leave A Reply